Hava çok soğuktu. Hava, hayal meyaldi.
Ve eski dost, yine bitmek bilmeyen gurbetini fark etmiş bir sürgün mahzunluğundaydı.
Yine mahzun, yine yorgun, yine “ne zaman?” merakındaydı.
İşte bir sabah daha, mühim bir şeyleri bekler gibi uyanmaktaydı. Bir sabah daha, yine “neredeyim böyle, bu daha ne kadar sürecek?” denilmiş bir gecenin sabahıydı.
Hava gerçekten soğuktu. Gökyüzü karanlıktı.
Hayal meyaldi her şeyi, zaten her şey hayal meyaldi.
Mazinin ne kadar da uzakta kalabildiğine, hele hele ulaştığı yaşa, inanamıyordu. Bu kaçıncı sabahtı böyle, gelip geçecek sabahlardan? Kaçıncı adımdı bu, bambaşka bir ülkeye basabilecek?...
Hava titreticiydi!.
Benim aklımda ise, “Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”(1) cümlesi; bitmek bilmez bir tekrarla yankılanmaya başlamıştı.
Ve asrın garibi, “..dünya denilen bu diyar-ı gurbet” diyordu. ‘Birbiri içinde gurbetlerden’, ‘beş gurbetinden’ bahsediyordu. “Birden, "Fesübhânallah!" dedim, bu gurbetlere ve karanlıklara nasıl dayanılır düşündüm.” (2) diye de devam ederken, yürekleri dağlıyordu...
Bense gittikçe daha da çok, “Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”ı düşünüyordum.
Hava yavaş yavaş aydınlanıyordu o esnada.
“…Hiç şüphe yok ki biz, Allah içiniz ve muhakkak O’na döneceğiz!.” (3) fermanı, ne de büyük bir ummandı!..
Yakın bir geçmişteki, “O\'ndan gelip, O\'na dönecek olan insanı; fıtraten hiçbir şeyin tam mutlu edemeyeceği; ve insanın da, ancak bu hakikatin farkına varabildiği ölçüde gurbetler, acılar, olaylar, kişiler vs. karşısında eğilip bükülmekten kurtulabileceği apaçık ortadaydı...” şeklindeki mısralarımla, o ummanın kıyısında gezme cüretim de geldi bir an aklıma.
Ancak, hayra niyet, illa hayır netice veriyordu. “Kendini bu dünyada garîb bir yolcu gibi say!” (4) şeklindeki Nebevî nasihat; gurbet hakkında, tam da, bu dünyanın gurbetliklerini pek hesaba almamamız gerektiğinin işaret buyuruyor diye düşünmüştüm.
Zira bir memlekette geçici bir süreyle kaldığını bilen bir yolcu, kalbini hiçbir zaman o ‘mola yerine’ bağlayarak esaret altına almazdı, alamazdı, bu kesindi!... Çünkü o kalp, aşk-ı beka için atıyorken, mümkün olabilir miydi bu hiç?.
Ahsen-i Takvîm’i tatmış olan insan, o pâk aslına rücu etmeye dair derin arzusunu hiç unutabilir miydi?
Dahası, sonsuz yaşamı arzulayan; aklını kullanmasa ve kendini bile inkar etse, “Sâni’i unutamaz” bir vicdana sahip bulunan insanı, O’nun yerine başka hangi isteği, hangi hedefi, hangi vuslatı tesellî ve tatmin edebilirdi ki?...
O halde fena ve faniliğimden dolayı tattığım her firak, bana aslında bekaya olan aşkımdan gelen ağlamalarımı tercüme ediyorlardı...
Hava da iyice aydınlanmıştı artık. Gün berraktı.
Ve “Bütün firaklardan gelen feryadlar, aşk-ı bekadan gelen ağlamaların tercümanlarıdır.”, tam bir hakikatin ifadesiydi.
Ardından, ‘bambaşka bir ülkeye atılacak o adımı’ içinde taşıyan güne, “Şeb-i Ârus” diyen bir Sultan da geldi aklıma...
Ama bu bahsi kapatacak olan; firakların, hasretlerin, acıların hakikatlerini asıl müdrik olana, o ‘felaket-helaket asrının adamına’ ait şu cümle olacaktı yine: “..asıl gurbette, kimsesizlikte kalan odur ki, iman ve teslimiyetle O’na intisap etmesin veya intisabına ehemmiyet vermesin.”... (5)
Yani asıl acınacak durum, ‘asıl gurbetin ve kimsesizliğin’ ne olduğunu bilememekteydi!.
Gün, şimdi gözleri kamaştırmaktaydı.
Dostum şükre niyetlenmişti.
Hava... hava, gerçekten enfesti.
Kaynakça:
1. Lem'alar,Envâr Neşr.,İst.1989,s. 15.
2. Mektubat, Envâr Neşr., İst.1986,s.25.
3. Bakara Sûresi, 2/156.
4. Buhârî, Rikâk, Bl.3; Tirmizî, Zühd, Bl.25.
5. Lem’alar,a.g.e., s.219.