Küçücük bir kız çocuğu ve o ufak gözlerden, nasır tutmuş vicdanları bile titretecek minik bakışlar. Sanırım 6-7 yaşlarında bir kızdı. Saçları hafif kınalanmış, kızıla kaçan bir renk almıştı. Esmer bir teni vardı. Üstünde, etrafı pis ve kirli lekelerle kaplanmış bir tişört, ayağında, sanki zorla giydirilmiş bir çift pembe ayakkabı vardı. Pantolonu da epeyce dar ve küçük geliyordu. Kulak delikleri kapanmasın diye, kulaklarına halka şeklinde bir çift ip geçirilmişti. Belli ki çok fakirlerdi. Elinde, gazeteye sarılmış bir simit vardı. Sadece ufak bir ısırık alınmıştı…
Otobüste giderken, bir süre kendimde olmadığımdan fark edemediğim bu prenses, bakışlarıyla beni çoktan etkisi altına almıştı bile. Babasının koltuğunun önündeki boşlukta, otobüsün o hızına rağmen, ayakta, o küçücük elleriyle koltuğun demirlerine tutunmaya çalışıyordu.
Hiç gülmüyordu! Sanki bir şeylerden korkuyor veya bir şeylere üzülüyor gibiydi. Pencereden dışarı bakıyor ve uzaklara dalıyordu. Aslında o çok küçük bir kızdı. Neydi onu böyle derinden derine düşünmeye iten? Neydi onun bu küçücük kalbini hüzne boğan?
Bir an öyle bir göz göze geldik ki, bütün tüylerim diken diken oldu. Bana bakarken sanki ‘yardım et’ der gibiydi. O günahsız yüreğinden süzülen masum bakışlar beni can evimden vurmuştu. Ne yapabilirdim ki? Nasıl yardım edebilirdim?
Otobüs yavaşlamaya başlamıştı. Babası onu ittire kaktıra otobüsten indirdi. Sanki yoldaki bir çöpü ayağıyla kenara iter gibi...
Daha sonraları neden bir şey yapmadım diye deliler gibi pişman olacağımı biliyordum. Hatta hafif hafif bunu iliklerimde hissediyordum bile.
Bir anda nefsimle mücadele içinde olduğumu anladım. Nefsim bana isyan etmemi söylüyordu. Hislerimin ve duygularımın esiri olmamdan o kadar kolay faydalanıyordu ki!
Nasıl böyle masum ve günahsız bir çocuk bu kadar acıyı hak edebilirdi? Bunu hak edecek ne yapmıştı ki o? Rahmet-i ilahiye buna nasıl müsaade ediyordu? Mükellef insanların başına gelmesi normal gibi kabul edilirken, mükellef olmayanların karşılaştığı bu hal nasıl izah edilebilirdi?
Hissi bir tahammül edememe ve akli bir sorgulama…
Aslında geçmişe baktığımda, eski insanlarda hep bu tarz soruları kendilerine sormuşlar. Vicdanları, dünyada ki bu kötülükleri, felaketleri ve mazlumların çektiği bu sıkıntıları Allah’la bağdaştıramamış hatta kötülüğü “Tanrı”dan bağımsız gösterip “Tanrı”yı dünyadaki kötülüklerden soyutlama yöntemiyle savunmaya çalıştıkları teodise felsefesini ortaya çıkarmışlar. Ama bu felsefe de birçok yerde yetersiz kalmış.
Daha sonra Risale-i Nurlara döndüm bir umutla. Şaşkınlığımı gizlemek herhalde çok abes kaçardı. Çünkü Bediüzzaman da aynı şeyleri hissetmiş, aynı şekilde üzülmüştü.
Bana ve nefsine ‘Ey şiddet-i şefkatten şedid bir elemi hisseden nefsim ve arkadaşım!’ diye hitap ediyordu.
Daha sonra ‘Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet olmasın. Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için, felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin!’ diye uyarıldım. Ve 24. Mektupta ki, mülk sahibinin mülkünde istediği gibi tasarruf edeceği doğrusunu kabullendim.
Kalbimin ve ruhumun tam tatmini için Şualara baktım ve gördüm ki;
‘İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevab ise: Sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal'in umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memluklerine kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hâssası ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzât kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzât dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmisi olduğunu sırr-ı Kur'an ve nur-u iman ile bildim. O hadsiz me'yusiyet yerinde nihayetsiz bir mesruriyet hissettim.’ tam tatmin oldum.
Ve devamında olayın benim için kopuş noktasını size yine sadırdan değil satırdan vereyim;
“Nur talebeleri, Risale-i Nur'dan aldıkları iman-ı tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle, her şeyde rahmet-i İlahiyenin izini, özünü, yüzünü görüp, her şeyde kemal-i hikmetini, cemal-i adaletini müşahede ettiklerinden kemal-i teslimiyet ve rıza ile, rububiyet-i İlahiyenin icraatından olan musibetlere karşı teslimiyetle, gülerek karşılıyorlar, rıza gösteriyorlar. Ve merhamet-i İlahiyeden daha ileri şefkatlerini sürmüyorlar ki, elem ve azab çeksinler.”
O bakışlar belki ömrüm boyunca unutamayacağım bir anı kazandırdı bana. O bir varoş kızıydı belki. Ama benim nezdimde bir prensesti. Yapabileceğim şey, sadece ona dua etmekti (ki yapılabilecek en güzel şey) ve ‘Bela ve musibetler zaildir. Devamları yoktur. Zevalleri düşünülürse, zıtları zihne gelir, lezzet verir’ sözünü kendime düstur etmekti.
Ve en önemlisi onu, benden çok daha fazla düşünen, koruyan ve gözeten bir Rabbimin olmasını bilmekti… STarg