Said Nursi, adem-i merkeziyet fikrini ilke olarak benimsemiştir. Günümüzün tabiriyle yerinde yönetim düşüncesini desteklemiştir. Bir sistemin temelden benimsenmesi, beraberinde getireceği olumsuzlukları kabullenme anlamına gelmez.
Nitekim, Bediüzzaman prensipte taraftar olduğu adem-i merkeziyet iddiasının beraberinde su-i istimale açık yönlerine ise dikkat çekmiştir. Bölge düzeyinde, il bazında veya idari düzenlemelerle merkezden taşraya devredilecek yetkiler, korkulan bölünmeyi engeller. Tek bir şartla, birliğin bütünü temsil eden merkezi yapısı demokratik olacak, dış politika, savunma ve yargı sisteminin temel esasları anayasal zeminde herkesin ortak kabulü olacak.
Buna bağlı olarak her yerel ortam ve iklime göre değişen alt farklılıklar mümkün olacak.
Bu izahımızın risale dilindeki ifadesi ile “Tavaif-i müluk” anlamında ayrıştırıcı ve her taifenin kendi başına bir iktidar/malikiyet sevdasına kapılıp bölünme riskine girilmemesi için uyarır. Bu şarta dikkat etmek kaydıyla Prens Sabahattin’in “adem-i merkeziyet” tezini daha sistematik temellere oturtur.
Halkın taleplerini, hatta tercihlerini önemser. İdarecileri baskı yapmamaları konusunda ciddi ikaz eder.
Hürriyetçi ve katılımcı bir sistemden yanadır. Hürriyet sınırlarını “meşru olması” şartına bağlar. Siyasi düzlemde, iktidar ve taht kavgaları ile devlet dayatması altındaki kanunlara “kanunsuzluk”, bu yaklaşımdaki “cumhuriyete” ise istibdat gözüyle bakar. Keyfiliğe ve cebriliğe ise muhalefet eder.
Temel haklar, başta anadil, inanç, kimlik, başörtüsü, azınlıklar v.s. bütün gruplar için anayasal vatandaşlık temelinde eşit olmalı.
Bu hakları, imtiyazsız bir şekilde ortaya koymak esas olmalıdır. Cinsiyete, etnik referansa veya dini inancına göre tasnif edilmiş veya talep edilmiş ve bölünmüş haklar ile farklı küme çatışmalarının istediği imtiyazlar yerine, vatandaş temelinde kültürel, sosyal ve siyasi taleplerin vazgeçilmez haklar olarak kullanıldığı eşitlikçi bir düzene ihtiyaç vardır.
İktidar hırsı ve gücünün, muhalefetle bir tahterevalli kurarak birbirlerinin değirmenine su taşıdıkları siyasi polemik ve kışkırtıcı yarış, demokratik bir güzergahta anlamını yitirmektedir. Her şeyin seçim kazanma senaryolarıyla oya tahvil edildiği çapsız, fırsatçı ve hatta zaman zaman ayrıştırıcı hak tanzimleri, sağlıklı bir demokrasi kültürünü doğurmaz. Hırçın siyasetin bundan kaçınması lazım. Devlet otoritesi, vatandaş talepleri karşısında lütufkar davranamaz. Tam tersine emaneti/hakkı sahibine teslim etmekle ve ona hizmet etmekle yükümlüdür.
Kimse kimseyi psikolojik açıdan ezerek yardım ettiğini hissettirmemelidir. Yöneticiler, kamu kaynakları ile lütufta bulunmadıklarının idrakinde olmalıdır. Darbelerle, Kemalizmle dünün dehşet tablolarını göz önüne getirerek, gıdım gıdım hak dağıtma pozisyonu hükümetin takdirine bağlı olmamalıdır.
İnsan haklarının ve insani düşünmenin temel refleksleri ve müzakerenin en uçlara dokunacak yasaksız konuşma ve meşru taleplerde bulunma hakkı, asla kısıtlanmamalı ve siyasi rekabetin bir parçası sayılmamalıdır.
Enver Hocanın Arnavut modelinden kalma bu yapı ve sistem; Buyurgan, baskıcı ve Stalinist karakterini hem iktidara, hem muhalefete hem de yarı sivil toplum kuruluşları ile sürdürememelidir. Kısmi iyileştirmeler değil, esastan ve yapısal çözümlerin öne çıkması gerekir.
Bu komple silkinmenin adı, tam demokrasi idrakinde sivil bir anayasa ile mümkündür.
Yarısı doğru diğer yarısı saklanmış ve gizlenmiş hilekar beyanların ve fırsatçı husumetin beylik tasaları artık bu toplumu doyurmamaktadır.