Pandemi ile birlikte çevrimiçi dersler arttı. Bu ara biraz azaldığı için çok katılamadığım derslere, öncesinde her akşam birinden birine yetişmeye çalışıyorduk. Rizeli kardeşlerle ise, pandeminin başından beri çarşamba dokuz derslerimiz sürüyor.
Bazen dersi dinlerken, dinleyen okuyandan daha iyi istifade edebiliyor gerçekten. Bazen de ders okurken, baklava üzerine sirke dökmek nevinden bir cümleyi misâlllendirelim derken dersten, belki dinleyenin ihlas ve samimiyetinden olacak istifademiz daha fazla olabiliyor. Belki önceden arada kaynayan bir cümle, bir kelime sesli ve daha özenli okuyunca, dikkatinizi çekebiliyor o zaman.
Dağ, bayır ve hapishane köşelerinde yazılan nurlardaki bu kelimelere, cümlelere ve bunların süzüldüğü ve mâkesi oldukları âyetlere baktığımızda ise, bunların arkasında Kur'an'ın derin mânaları ile, üç dilin inceliklerine yüksek bir vukûfiyet ve geniş bir tefsir ve hadîs birikiminin olduğunu az dikkatle görürsünüz. Bir de Himmet Uç ağabeyimin alanı ama az da olsa hissettiğimiz estetik tat, Risale okurken insanın dimağında bir yorgunluk bırakmıyor.
İşte Rize dersi okumalarımızın birinde 23. Sözde geçen "...bir âdi levha derekesine indirir." cümlesi dikkatimizi çekmişti. Altını çizmiştik. Sonra hususî okumalaramızda 24.Sözün sonundaki "Bâki bir insan olur." cümlesini de okuyunca, altını çizdiğim cümle aklıma geldi.
Bir yerde "âdi bir levha derekesine inmek" var. Diğer tarafta "Bâki insan olmak derecesine çıkmak." Birbirine tam ters iki hâl ve keyfiyetin yollarını Üstad, her iki sözde evir çevir yapıp çarpıcı formüllerle ortaya koyuyor. Hem de anlaşılır, açık bir şekilde.
Dereke, sıfırın altında bir dereceye işaret ediyor. Aslında kendine bir vücut rengi vermek, güzellikleri kendinden bilmek noktasında sıfırın altındayız. Mesele, bunun farkında olmak. Çok ince, sırat keyfiyetinde bir yol. Yürümesi zor yani. Her an belki de farkında olmadan gelgitler yaşadığınız bir alan. Onun için "Dikkatle bas, batmaktan kork." deniyor ya zaten.
Niyet âmelin kat sayısını azaltıyor, çok da ediyor. Yaptıkların, niyetinle cüz'ileşiyor da kâinat unsurlarıyla bütünleşerek küllileşiyor da. İşte âmellerin bu niyetle buluşması gerekiyor. Bu da "huzûrî tevhid melekesi" ile kazanılabilecek bir keyfiyet. Yani her an Rabbimizin huzurunda, teftişinde, ilim ve hikmet, kudret ve rahmetinin altında bulunduğumuzu hatırdan çıkarmamak hâli. Bu hâli kazandın mı "O'nun huzurunda başkalarına bakmak, medet aramak, o huzurun edebine muhalif olduğunu" anlarsın. Bunu anladığında ise, medet aramayacağın o başkasından birinin de kendi nefsin olduğunu da görürsün. Çünkü nefsinin icat ve kemâlatta sıfır noktasında olduğunu biliyorsun.
Bir sıfır, bizi nerelere götürdü. Biz yine başlığa dönelim en iyisi. Sıfır görme ve huzûrî tevhid noktasında dertli olunca, kurtlarımızı da böylece dökmüş oluyoruz. Bana iyi geliyor böylesi. Mert, dobra olmak hoşuma gidiyor. Çok huyumu sevmem ama kendimi açık etmeyi ıslahım noktasında önemli görenlerdeniz. Bir de bir kardeşin belki duasını alırız diye düşünüyoruz. Nefse itimat etmemek ise, bu işin başı olduğunu, başları taşlara çalınca öğreneceğiz galiba. Üstadın sadece bir iki sayfalık Birinci Söz'de bile beş altı yerde doğrudan nefsine hitap etmesi, çoğu yerdeki beyanlarında nefsini emmare bilmesi, hem sünnet-i seniyyeyi tatbik noktasındaki hassasiyetini hem de ayn-ı hakikat bir noktayı gösteriyor.
Evet mâhiyeti bâki bir cennet ağacını netice verebilecek mâhiyette ve arzın hilâfeti makamında yaratılan insanı "mânasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir âdi levha derekesine" indiren seyyie, günâh, âmel ne olabilir? Nasıl bir fikir, bir zulmet, bir zandır ki sahibini "süreyyadan seraya, arştan ferşe, cennetten cehenneme, hilafetten âdi bir levhaya" indiriyor? Hem de mânasız, karmakarışık, çabuk bozulur bir levhaya. Hani gündüzün ortasında göz kaparsın, birden gündüzün geceye döner ya. Öyle bir şey. Gözün basiretini bağlıyorsun. Yani sanatı görüyorsunuz, sanatkâra ulaşamıyorsunuz. Kibir, gurur, mugalata, görenek, tembellik, günahların ağırlığı gibi perdeler idrak körlüğü yapıyor. Hani Mesnevi'de bir i'lemde "iman ile küfür arasındaki berzah (yol) ne kadar şeffaf ne kadar kesiftir" deniyor ya. Aynen öyle.
Şeffaftır çünkü bir sanatın sanatkârsız olamayacağını idrak edip iman edince, birden iman dairesine geçiyorsun. Kesiftir (kalın, karanlık perdeli) çünkü böyle basit bir meselede idrak körlüğü yaşıyor bir türlü fennî mâlumatını nurlandıramayınca da inkâr karanlığında kalıyorsun.
Geçenlerde notlarımın arasında Russel adlı bir filozofun "Allah beni ahirette sorguya çektiğinde, Allah'ım sana iman edecek yeterli delil bulamadım, diyeceğim." dediğini okumuştum. Buyurun, neresinden bakarsanız bakın. İnkârında bile ikrâr olan güya filozofu böyle olursa, gerisini siz düşünün. Şeytanın aklını gagaladığı bu filozof arkadaş, anlaşılan o ki iki arada bir derede kalmış. Takipçileri de ha bire delil arıyorlarmış. Her taraf delil olunca, şiddet-i zuhur, gözleri görmez kılmış zahar. Yani bir şehirde Mimar Sinan'ın bir iki eseri olsa, bulur ve bunlar Sinan'ın deriz. Şehirdeki bütün eserler Sinan'ın olunca, bu şiddet-i zuhur oluyor ve Sinan'ı görünmez kılıyor. Görmek için az dikkat ve kasdî bakış gerekiyor. İman da bu kasdî bakışın devamında geliyor zaten. Neyimizi buna borçlu değiliz ki?
Bâki insan olmak ise, çok daha kolay. "Eğer lisan-ı Kur'an'dan kalp kulağı ile iman derslerini işitip başını kaldırsa, vahdete müteveccih olsa, ubudiyetin miracıyla arş-ı kemâlâta çıkabilir. Bâki bir insan olur." Baki bir insan olmak, olabilmek... Çok düşündürdü ve imrendirdi bu cümle beni. Anladığım kadarıyla bu cümle ile Üstad, bu geçici dünyada, şerefine bin bir türlü çeşitte sofralar serip farkında bile olmadığı için dönüp dönmediğini bile yıllarca anlamadığı dünya uçak gemisinde mevsimlere uğratarak, her türlü tedbiri alınmış şekilde seyahat ettirilen insanın bu misafirliğinin; şerafetine ve letafetine münasip bir şekilde ebed âleminde de daha parlak bir şekilde devam etmesi noktasını anlatmak istiyor. Allah'ın ebedî sofralarında bâki bir insan olarak devam etmek için, fânilerin tebessümlerine aldanmaması; yönünü, fenadan bekaya, halktan Hakka, kesretten vahdete çevirmesi, bir de kendi güzelliğine güvenmemesi lazım. Yoksa, değil bâki insan olmayı, âdi bir levha bile olamıyorsun.
Evet dostlar, tercih bizde. Ömr-ü bâki içinde bir insan olmaya aday hakikatimizi, ya fâni hayatı esas yapıp zâhiren bir cenneti kazanma yolunda ya da bu fâni hayatı bâki cennete vesile etme yolunda kullanacağız. Selametli yol elbetteki ikincisidir.
Selam ve dua ile.