Rahmetli kayınvalidemden defalarca duymuştum: “Herkese hakkımı helâl ediyorum” diyordu. “Hesap günü kimseyle davalaşmak istemiyorum” Aslında çileli bir hayatı olmuştu ve alacağı çoktu. Ama bütün alacaklarından vazgeçiyordu.
Ona hak veriyordum.
Ebette benim de herkes gibi az çok haksızlığa uğramışlığım, bazı insanlardan kötülük görmüşlüğüm vardı. Ama kendimi yokluyordum; bana yapılan kötülükleri bir yana, cehennem ateşini karşısına koyduğumda herkese helâl edebiliyordum. Kimsenin benim şahsî hukukum için yanmasını istemiyordum. Herkesin bir başkasından bir şeyler koparmak suretiyle paçasını kurtarmaya çalışacağı o müthiş günde kimsenin yakasına yapışan olmak istemiyor, bunun için Rabbime dua ediyordum.
“Rabbim ben senin lütfundan, kereminden umuyorum umduğumu”
Velhasıl herkesi affedebiliyordum.
Bir kişi hariç!
Beddua etmiyordum. Cehennemi de temenni etmiyordum. Ama şöyle okkalı bir ceza almasını, mesela rezil olmasını istiyordum. Bana yaşattığı şey misli ile başına gelsin istiyordum. Ona kızgınlığım o kadar büyüktü ki adını duymaya bile tahammül edemiyordum.
Kendimi kinci bilmiyorum ama onu asla affedemiyordum.
Bu duygudan da rahatsızdım aslında. Hem beni çok hırpalıyordu. Hem de affetmenin fazileti hakkında az çok malumatım vardı. Düşüncem de bu yöndeydi; aklım affedebilmek istiyordu.
Ama rencide olmuş duygularım bırakmıyordu ki affedeyim. Duygu düzeyinde affedemeyince, affetme davranışı da ortaya çıkamıyordu haliyle. İçimde, derinlerde güçlü bir bariyer vardı.
Bediüzzaman’ın kendisine zulmedenlere, hatta hayatına kastedenlere bile acıyıp, hakkını helâl edebilmesine gıbta ediyor, hayranlık duyuyor ama sonra “o Bediüzzamandı, ben değil” deyip o düşünceden uzaklaşıyordum.
Ve fakat bir yandan da dua ediyordum. “Ya Tabibe’l kulûb! Kalbime sekine ver!”
Derken Kur’ân ayı olan Ramazan geldi ve Kur’ân bana bu Ramazan muhteşem bir hediye verdi.
Ramazan’ın 24. Günü idi. 24 gün boyunca Kur’ân’ın bana şifa ve hidayet olmasını dileyerek her gün bir cüzü meâli ile birlikte okumuştum. Gönül kabımı açmış, hidayet yağmuru bekliyordum.
Bir sahur vakti “Kur’ân buluşmaları”nın 269. bölümünü dinlerken olanlar oldu.
Rabbimiz Nisa suresi 149. Ayette “Bir iyiliği açıklar veya gizlerseniz yahut bir kötülüğü affederseniz şüphesiz Allah da ziyadesiyle affedicidir; O her şeye kādirdir.” Buyuruyordu.
Şûra suresi 40.ayette ise “Kötülüğün karşılığı, ona denk bir kötülüktür. Fakat kim bağışlar ve barış yolunu seçerse, onun ödülü Allah’a aittir.” buyurarak büyük bir müjde veriyordu.
Allah’ın mağfiretine, o büyük ödüle olan ihtiyacımı düşündüm.
Hadsizdi.
Bağışlanmayı ruh-u cânınla istemek ama bağışlayamamak; nasıl olacaktı?
Nur suresi 22. Ayette soruyordu: “Allah’ın sizi bağışlamasından hoşlanmaz mısınız?”
Ahh!
Sorulur mu?
Yine düşündüm: Hakkımı almak mı isterim, Allah’ın hoşnutluğunu mu?
Mukayese kabul etmedi. Allah’ın hoşnutluğu ne ile mukayese edilebilir?
Bu vaad nasıl geri çevrilebilir?
Rabb-i Rahimim hakkımı zayi etmiyor, beni mecbur etmiyor ama affetmeye teşvik ediyor, mağfiretini ve hoşnutluğunu vaad ediyordu.
Nahl suresi 43. Ayet ise mukavemetsûz şekilde beni kendine boyun eğdirdi: “Kim sabreder ve bağışlarsa, işte bu, uğrunda azmedilmeye değer işlerdendir.”
Kur’ân benimle konuşuyordu! “Sen sabret!” diyordu.
Ben de azmetmeye azmettim.
Teslim-i bayrak ettim.
O bir kişiye de hakkımı helal ettim!…
Sonra bir adım daha attım.
Kendimi merkeze aldığımda ben hakkımı isteyebilir, kendime yapılan kötülüğün cezasını talep edebilirim. Bu hakkım saklı.
Ama merkeze murad-ı İlâhiyi koysam O ne ister?
Kulunun ıslah olmasını, kendisini düzeltmesini, dosdoğru yolu bulmasını ister şüphesiz. O yakmak değil ıslah ve mağfiret etmek istiyor. Çünkü kendi yarattı, kendi kulu.
Madem öyle, Onun kulu olan, o çok kızdığım kişi hakkında kendi muradımdan vazgeçip, Murad-ı İlahiye tâbi oluyorum ve ben de onun ıslahını diliyorum.
Sizleri de şahid tutuyorum.
Çünkü Rabbimin hoşnutluğunu her şeyden çok istiyorum.
Barla Platformu