“Bir konuda maslahat ve mefsedetin bir arada bulunması halinde İslâm âlimleri kural olarak mefsedeti defetmenin maslahatın celbine takdim edileceği kanaatindedir. Çünkü gerek şâriin gerekse akıl sahiplerinin kötülükleri defetme konusundaki özen ve hassasiyeti yararların elde edilmesi konusundaki hassasiyete nisbetle daha kuvvetlidir (M. Ali b. Hüseyin, II, 187). Bu anlayış fıkıh literatürüne, “Helâl ve haram birleştiğinde haram galip gelir” (Süyûtî, s. 105-108; İbn Nüceym, s. 43); “Haram kılma ve mubah kılma gerekçeleri birlikte bulunursa haram kılma gerekçesi üstün tutulur” (Güzelhisârî, s. 307) gibi ifadelerle yansımış ve, “Def‘-i mefâsid celb-i menâfi‘den evlâdır” kuralı Mecelle’nin küllî kaideleri arasında yer almıştır (md. 30). Buna şöyle bir örnek verilebilir: Bir şahsın kendi mülkünde her türlü tasarrufta bulunabilmesinin sağlayacağı yarar başkalarının can ve mal güvenliğiyle çatışırsa mefsedetin giderilmesi menfaatin celbine tercih edilir ve başkasına açık bir zararın dokunduğu durumlarda o kişinin tasarrufları sınırlandırılabilir (Mesud Efendi, s. 19).” [i]
Kastamonu Lahikasının 103. Mektubunda Üstad Said Nursî takva ve amel-i salih esaslarını “def-i şer, celb-i nef’a racihtir” kaidesi içinde ele alır. Menhiyat ve günahlardan içtinab etmek olan takvânın, salih amelden daha öncelikli olduğuna vurgu yapar. Saadet-i ebediyyeyi kaybetmeye sebeb olan günahlardan uzaklaşmak, salih amel işlemekten daha önceliklidir der. Her asırda ve her koşulda şerrin uzaklaştırılması, faydanın celbinden daha mühimdir ama tahribat ve sefahetin arttığı bu asırda daha da fazla ehemmiyet kazanmıştır.
Zararı uzaklaştırmak, faydayı celb etmekten önce gelir. Ehl-i îmanın îmanını taklitten tahkike çıkarmaya çalışmak onlara en büyük bir menfaattir. Bununla beraber ehl-i imânı bâtıl fikirlerden korumak, ehl-i dalaletin efkarı ile akıl ve kalblerinin yaralanmasına mani olmak önceliklidir. Risale-i Nur’un imâni bahislerinde ehli dalaletin bâtıl fikirleri çürütülmüş ve butlanı isbat edilmiştir. Bunu yaparken onların bâtıl fikirleri zikredilmeden doğrudan doğruya o batıl fikirleri çürüten hakikatlere yer verilmiştir.
“Risale-i Nur'un bir hususiyeti de şudur ki: Diğer mütekellimîne muhalif olarak, ehl-i dalâletin menfîliklerini zikretmeden, yalnız müsbeti ders vererek, yara yapmaksızın tedavi etmesidir. Bu itibarla, bu zamanda Risale-i Nur, vehim ve vesveseleri mahvediyor; akla gelen sualleri, istifhamları, nefsi ilzam, kalbi ikna ederek cevaplandırıyor.” [ii]
Şimdi konuyla ilgili misallere bakalım:
İşârât-ül İ’caz tefsirinde Bakara Suresinin 6.âyetinin beyanında bir sual ve cevap vardır. Sualde Kur’an’da ekseriyetle terhibden (korkutma) sonra tergib (şevklendirme) yapıldığı halde bu âyette neden tergib yapılmadığı, sadece korkutma olduğu sorulur. Verilen cevap budur: “Küfür makamına, ancak terhib ve tahvif münasiptir. Hem de küfür gibi mazarratları def etmek, Cenneti kazanmak gibi menfaatlerin celbinden daha evlâ ve daha tesirlidir.” [iii]
Cebrail (as) vasıtasıyla gönderilen ve Peygamberimiz’in (asm) en mühim bir münacaatı olan Cevşen’de Allah’ın Esmaları ile talep edilen, Cennet’e vâsil olmak değil Cehennem’den halas olmaktır.
Risale-i Nur’da “Beşerin en büyük meselesi Cehennem’den kurtulmaktır” ifadeleri de bir mü’min için Cehennem’den kurtulmanın Cennet’e vâsıl olmaktan öncelikli olduğunu beyan etmektedir.
Kelime-i tevhidde yalnız ve ancak Allah’ın ilah olduğunu kabulden evvel bütün ilahların reddi vardır. Yine Euzu Besmele’de “Allah’ın Rahman ve Rahîm isimlerinden\sıfatlarından imdat ve istiane istemekten evvel şerlerin mümessili olan şeytandan Allah’a sığınma vardır.
İşârât-ü İ’caz tefsirinde îman ile takva arasındaki irtibat böyle izah edilir:
“Bunların biri tahliye تَخْلِيَه diğeri tahliye تَحْلِيَه 'dir. Tahliye, تَخْلِيَه tathir etmek ve temizlemektir. Tahliye تَحْلِيَه ise, tezyin etmek ve süslendirmek mânâsınadır. Bunlar birbiriyle arkadaş olup, burada olduğu gibi, daima birbirini takip ediyorlar. Onun için kalb, takvâ ile seyyiattan temizlenir temizlenmez, hemen onun ardında imanla tezyin edilmiş ve süslendirilmiştir. Kur'ân-ı Kerim, takvâyı üç mertebesiyle zikretmiştir:
Birincisi, şirki terk,
İkincisi, maâsiyi terk,
Üçüncüsü, mâsivâullahı terk etmektir.
Tahliye تَحْلِيَه ise, hasenat ile olur. Hasenat da, ya kalble olur veya kalıp ve bedenle olur veyahut mal ile olur.
A'mâl-i kalbînin şemsi, imandır.
A'mâl-i bedeniyenin fihristesi, namazdır.
A'mâl-i mâliyenin kutbu, zekâttır.” [iv]
Demek ki takva ile kalbin temizlenmesi, iman ile süslendirilmesinden evvel gelmektedir.
İsm-i Âzamdan altısını anlatan 30. Lem’a’da ilk sırada gelen İsim “Kuddüs” ismidir. Tevhid-i âzâmı ifade eden sair Esma’dan evvel “Kuddüs” isminin izahı da gösteriyor ki tevhide dair meselelerin idrak edilebilmesi için evvela bâtıl fikirlerden temizlenmek icab etmektedir.
“La havle vela kuvvete illa billah” cümlesinde de evvela menfi olanı uzaklaştırmak sonra müsbeti celb etmek vardır. Bu cümlenin şümulünde pek çok cümleler matvîdir. Bunlardan bazıları şu cümlelerdir ve her birinde evvela zararı def sonra menfaati celb gelmektedir:
“Ademden çıkıp vücuda gelmek, zevale gitmeyip bekada kalmak, mazarratı def’ menfaati celb, musibetten uzak olup matluba nâil olmak, measiye düşmemek ibadete devam etmek, azâba mâruz kalmamak nîmete mazhar olmak, zulmete düşmemek nur ile tenevvür etmek.” [v] Bu cümlenin içinde bunun gibi pek çok cümleler vardır.
Selef-i Salihînden rivayet edilen “Biz harama düşmemek için yetmiş helali terk ederdik” ifadesi de yine takvanın amel-i salihden öncelikli olduğunu beyan eder.
Çocuk terbiyesi hususunda da çocuğa menfaat verecek olanların temin edilmesinden evvel zarar verecek olanların uzaklaştırılması esastır.
Hayatın her alanında geçerli olan bu kaideye riayet edilmediğinde fayda için yapılanların da istenilen neticeyi vermeyeceği açıktır. Bediüzzaman bid’alara müsamaha göstererek dine hizmetin tam olamayacağı hususunda da uyarılar yapar. Nur talebeleri çok zor dönemlerde hizmet-i imâniye ve Kur’aniye’de her ne kadar hizmetin intişarına fayda verecek olsa da bid’alarla amel etmemişlerdir. Bediüzzaman da hizmete fayda sağlayacak ve revaç verecek yardımları asla kabul etmemiştir tâ ki onlar vesilesi ile hizmete girecek bid’a ve zararlara sed çekilsin.
Bediüzzaman Said Nursî takva ve amel-i salihle ilgili bu mektubun (Kastamonu Lahikası 103.mektub) başında ‘bu mektub gayet ehemmiyetlidir’ diyerek konunun ne derece mühim olduğuna vurgu yapmıştır.
Büyük bir fayda için az bir zararın kabul edilebileceğini ifade eden ‘hayr-ı kesir için şerr-i kalil kabul edilir’ kaidesinin yukarıda zikrettiğimiz düstur ile zıtlığı yoktur zira burada zikredilen ‘şerr-i kalil’ den maksat günahlar ve takvayı kıran haller değildir, sıkıntı meşakkat ve zarardır. Mesela İman hizmetinde bulunan birinin hizmetin selameti için kendi şahsına gelen sıkıntıları göğüslemesi şerr-i kalildir. Hizmetin inkişafı olan hayr-ı kesir için bu şerr-i kalili kabul edebilir. Lâkin büyük bir hayra çalışmak için küçük bir günahı kabullenmek bu düsturdan çıkarılabilecek bir hüküm değildir. ‘Şerr-i kalil’ ifadesi şeriat-i teklifiye ile, günahlar ile ilgili değil tekvinî emirlerle ilgilidir. Büyük bir sevap için küçük bir günahın kabul edilebileceğini ifade etmez.