Kastamonu Lahika Düsturları-45 Kuvve-i mâneviyesini sağlam tutmak

Afife ARTIK

Manevî kuvvet insanın bütün yapıp ettiklerinin itici gücüdür. Kuvve-i maneviyesi zayıf olan bir insanın hadiselere karşı mukavemet etmesi ve ciddi adımlar atması, kendisine ve çevresine faydalı olması hayli güçtür.

Manevî hizmetlerde lokomotif görevi görmesi ve dahil olduğu trenin ahengini bozmaması için manen kuvvetli olmak hizmet ehli için çok mühimdir.

Bediüzzaman mektuplarında dâima Kur’an hizmetinde bulunanların kuvve-i maneviyelerini tahkim edecek noktaları nazara verir. Öyle bir dönemde kuvve-i maneviyyeye her zamankinden fazla ihtiyaç vardı. Zira manevî kuvveti kıracak çok esbab bir araya toplanmıştı, hatta planlı bir şekilde Nur Talebelerinin kuvve-i maneviyelerini kırmak için komitecilik suretiyle saldırıyorlardı. Bediüzzaman’ın çok defalar vurgu yaptığı gibi, Kur’an şakirtlerinin dayanabilmesi için demir gibi sebat gerekiyordu.

Bediüzzaman Kastamonu Lâhikasının 105. Mektubunda şakirtlerin hakiki kuvvetinin tesanüd olduğunu söyler. Tesanüdün inayetler için mühim bir zemin olduğunu bu sözlerle ifade eder: “Evet, velâyetin kerameti olduğu gibi, niyet-i hâlisanın dahi kerameti vardır. Samimiyetin dahi kerameti vardır. Bahusus, lillâh için olan bir uhuvvet dairesindeki kardeşlerin içinde, ciddî, samimî tesanüdün çok kerametleri olabilir. Hattâ şöyle bir cemaatin şahs-ı mânevîsi bir veliyy-i kâmil hükmüne geçebilir, inâyâta mazhar olur.”[i] Tesanüd, inayet ve ikram için zemin teşkil eder ve bu İlahî ikramları fark etmek de manevî kuvveti ziyadeleştirir.

Peygamber Efendimiz (asm)’ın, müminleri bir duvarın sıkı sıkıya birbirine kenetlenmiş taşlarına benzetmesi ve pek çok âyet-i Kerime’de mü’minlerin birliklerini kaybettiklerinde yenilgiye uğrayacakları uyarısı da tesanüd olmadan manen kuvvetli olunamayacağını gösteriyor.

Bu denli mühim olan tesanüdün muhafazası noktasında birbirinin kusurlarına karşı müsamahalı elzemdir: “Ehl-i dalâlet, Risale-i Nur'un elmas kılıçlarına mukabele edemedikleri için, şakirtleri içinde, derd-i maişet cihetinden ve bahar mevsimi gafletinden istifade ederek, meşrepler veya hissiyatları muhalefetinden zaif damarları bulup, şakirtler içindeki tesanüdü sarsmak istediklerini hissettim ve anladım. Sakın, çok dikkat ediniz, içinize bir mübayenet düşmesin. İnsan hatâdan hâli olamaz; fakat tevbe kapısı açıktır.”[ii]

Mü’minler arasında tesanüdün kaynağı elbette îman bağıdır. Îman, kâinata meydan okuyacak derecede bir kuvvete kaynaklık eder. Kudreti her şeye yeten, merhametli, hikmetle iş gören bir Zât’a istinad etmek ve dünyada noksan gibi görünen bütün işlerin kendisi ile tamam olacağı ebedî hayatı nazara alarak yaşamak elbette insanı manen kuvvetli kılar.

Kuvvet ve nur olan îmanın, her türlü elemi zevke; her türlü aczi kuvvete kalb edeceği Dördüncü Şua’da dakik manalarla izah edilmiştir. Sadece numune olarak bir cümlesine bakalım: “Hem şuur-u imanî ile ve intisap ve münasebetle umum mevcudata bir alâka, bir nevi ittisal peydâ olur. Ve o halde, ikinci derecede vücud-u şahsîsinden başka hadsiz bir vücut, o şuur-u imanî ve intisap ve münasebet ve alâka ve ittisal cihetinde güya onun bir nevi varlığıdır gibi var olur; varlığa karşı fıtrî aşk teskin edilir.” (Birinci Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye) demek ki îman insana kâinat kadar manevî bir vücud veriyor. Bu mazhariyet elbette insana ciddi bir manevî kuvvet olacaktır.

Namazdaki tahhiyyatta da her mü’min kendi ruh ayinesinde bütün mahlukâtın tesbihlerini, hayat hediyelerini, ubudiyyetlerini kendi nâmına Allah’a arz eder. Böylelikle bir tek fert iken bütün mevcudât kadar ibadet etmiş olur.

Peygamberlerle ve meleklerle hayalen görüşmek de kuşkusuz mü’min için hem büyük bir teselli hem de azîm bir kuvvettir. Bu bereberlik peygamber ve meleklerin zikredildiği Kur’an’ı okurken tahakkuk eder.

Kuvve-i mâneviyeyi sağlam tutan en mühim etkenlerden biri de hakiki vazifesi ile meşgul olmaktır.

“Çok tecrübelerle ve bilhassa bu sıkı ve sıkıntılı hapiste kat'î kanaatim gelmiş ki, Risale-i Nur ile kıraaten ve kitabeten iştigal, sıkıntıyı çok hafifleştirir, ferah verir. Meşgul olmadığım zaman o musibet tezâuf edip lüzumsuz şeylerle beni müteessir eder. Bazı esbaba binaen, ben en ziyade Hüsrev'i ve Hafız Ali (r.h.), Tahirî'yi sıkıntıda tahmin ettiğim halde, en ziyade temkin ve teslim ve rahat-ı kalb, onlarda ve beraberlerinde bulunanlarda görüyordum. "Acaba neden?" derdim. Şimdi anladım ki, onlar hakikî vazifelerini yapıyorlar; mâlâyani şeylerle iştigal etmediklerinden ve kaza ve kaderin vazifelerine karışmadıklarından ve enâniyetten gelen hodfuruşluk ve tenkit ve telâş etmediklerinden, temkinleriyle ve metanet ve itmi'nan-ı kalbleriyle Risale-i Nur şakirtlerinin yüzlerini ak ettiler, zındıkaya karşı Risale-i Nur'un mânevî kuvvetini gösterdiler.” [iii] Bu parçadan anlıyoruz ki; kendi vazifesini yapıp malayani şeylerle iştigal etmemenin yanısıra kaza ve kaderin vazifesine karışmamak; enaniyet, hodfuruşluk, tenkit ve telaştan tecerrüd etmek, temkinle ve mutmain bir kalble hareket etmek sağlam bir kuvve-i maneviyenin şartlarındandır.

Bediüzzaman Meyve Risalesi’nin dördüncü mes’elesinde herkesin kendi dar dairesindeki öncelikli ve aslî vazifelerine hasr-ı nazar edip, mecbur olmadıkça geniş dairelerle merakla meşgul olmamalarının önemini anlatır. Vazifesi olmayan âfâki meselelerle meşgul olmanın dar dairedeki mühim vazifeleri akîm bırakacağını, manen sarhoşluk vereceğini söyler. Halbuki herkesin en büyük meselesi ebedî saadeti kazanmak veya kaybetmektir. Bu saadete kavuşmanın vesikası ise imandır. Öyle ise en birinci ve mühim vazife tahkiki imanı kazanmak için çalışmaktır.

Hakikat ehli ile olan mânevi irtibat ve onların lillah için olan teşvikleri de mü’minin kuvve-i maneviyesinin geçmişten ve gelecekten beslenmesini sağlar. Elbette bu, Allah’ın inayetinin bir tecellisidir.

Hazret-i Ali (ra) ve Abdülkâdir-i Geylâni (ks) hazerâtı eserlerinde ve kasidelerinde Risale-i Nur’a pek çok işaretler etmişler ve talebelerini teşyi etmişler. Hususen Hazret-i Ali (ra) nin Celcelutiye ve Ercüze kasidelerinde kesretli işaretler vardır. Risale-i Nur Külliyatında Hazret-i Ali’nin bu husustaki kerametleri ile ilgili iki risale ve Abdülkadir-i Geylâni Hazretlerinin verdiği haberlerle ilgili bir risale telif edilmiştir.

Bu mânevi irtibat elbette namaz, evrad, zikirler ve Allah’ın dinine hizmet vesilesi ile canlanan kalbî hayat ile olur:

“Yeni Said'in hususî üstadı olan İmam-ı Rabbânî, Gavs-ı Âzam ve İmam-ı Gazâlî, Zeynelâbidin (r.a.) hususan Cevşenü'l-Kebîr münâcâtını bu iki imamdan ders almışım. Ve Hazret-i Hüseyin ve İmam-ı Ali Kerremallahü Veche'den aldığım ders, otuz seneden beri, hususan Cevşenü'l-Kebîr'le daima onlara mânevî irtibatımda, geçmiş hakikati ve şimdiki Risale-i Nur'dan bize gelen meşrebi almışım.” [iv]

“Hazret-i Ali radıyallahü anh ve Gavs-ı Geylânî kuddise sirruhu gibi kahramanların mânevî teminatı قُلْ وَلاَ تَخَفْ ve وَلاَ تَخْشَ hitapları, bize her vakit cesaret ve kuvve-i mânevî veriyor.” [v] kelamın kuvvetini mütekellimden aldığı kaidesine binaen bu büyük zâtların Kur’an hizmetkârlarına hitaben ‘korkma’ demeleri elbette elbette kuvve-i maneviyeleri tahkim eder.

Ehl-i hakikatin sohbetine zaman ve mekan mâni olamayacağından her bir mü’min Adem (as)’dan bu yana gelen bütün hakikat ehli ile manen görüşebilir. Kastamonu Lahikasında namaz tesbihatının önemiyle ilgili bir mektubda tesbih çeken bir mü’minin, Peygamberimiz (asm)ın serzâkirliğinde yüz milyonlar zikredenlerin bulunduğu bir daireye dahil olduğunu manen hissettiği zikredilir. Böylelikle musalli, Peygamberimizin muvacehesinde azim bir cemaatle zikretmekten gelen büyük bir feyze mazhar olur.

Zikreden bir mü’minin diğer bütün mü’min kardeşlerinin zikrinden nasıl müstefid olduğu bu ifadelerle anlatılmıştır:

“İ'lem ey zikreden ve namaz kılan kardeş! اَشْهَدُ اَنْ لاَ اِلٰهَ اِلاَّ اللهُ 3 ve مُحَمَّدٌ رَسُولُ اللهِ 4 ve اَلْحَمْدُ لِلّٰهِ 5 gibi mübarek kelimelerle ilân ettiğin bir hüküm ve iddia ettiğin bir dâvâ ve işhad ettiğin bir itikad, lisanından çıkar çıkmaz, milyonlarca mü'minlerin tasdik ve şehadetlerine iktiran eder. Ve keza, İslâmiyetin hak ve hakikat olduğuna ve hükümlerinin doğru ve sadık olduklarına delâlet eden bütün deliller, şahitler, burhanlar, senin o dâvânın ve itikadının hak olduğuna delâlet ederler. Ve keza, söylediğin o mübarek ve mukaddes kelâmlara pek büyük yümünler, feyizler ve berekât-ı İlâhiye terettüp eder. Ve keza, cumhur-u mü'minîn ve muvahhidînin o kelimât-ı mübarekeden kalben zevk ettikleri mâ-i hayatı ve şarâb-ı cenneti, sen de o mukaddes maşrabalardan içersin.” [vi]

Nurun birinci talebesi Hulusi Ağabeyin Risale-i Nurları okurken nasıl bir kaynaktan beslendiğini beraber okuyalım: “…iğtinam edebildiğim kısacık vakitlerde zihnimi safîleştirip Nurların karşısına, dolayısıyla Kur'ân'ın mu'cizeleri mecmuasına ve aziz, muhterem Üstadımın medresesine ve ol Seyyidü'l-Kevneyn Peygamberimiz Efendimiz (a.s.m.) Hazretlerinin ravza-i saadetlerine ve nihayet Rabbü'l-Âlemîn Teâlâ ve Tekaddes Hazretlerinin huzur-u lâmekânîsine çıkıyorum.” [vii] böyle bir mazhariyetin insanın kuvve-i maneviyesini ne derece tahkim edeceği bedihidir.

Nur Talebeleri için içeriği en ziyade manevi kuvvet olan ve esasen en başta zikri münasib olan Birinci Şua’dır. Bu risalede Risale-i Nur’un makbuliyetine işaret eden otuzüç âyetin vech-i delaletleri izah edilmiştir. Risale-i Nur’un Allah katında makbul olması ve tevfik-i İlahî kendilerine refik olması elbette talebeleri teçci ve teselli etmiş, şevk vermiştir.

Kuvve-i maneviyeyi güçlendiren ve kıran pek çok unsurları detaylı olarak incelemek (hâl-ü hazırda zaten uzamış olan) yazımızın sınırlarını aşacağından bunlara madde madde bakalım.

KUVVE-İ MANEVİYEYİ AYAKTA TUTAN UNSURLAR

Tesanüdü muhafaza

İlâhî ikramları fark etmek

Hizmette dirayetli bir kardeş olmak ve dirayetli kardeşlerinden kuvvet almak

Tahkiki imanı kazanmak, âhirete imanını kuvvetlendirmek

Kaza ve kadere teslim olmak

Şartlar ne olursa olsun şevkle vazifesine devam etmek

Kendi hakîkî vazifesi ile meşgul olup malayâniyat ile iştigal etmemek

Tezellül etmemek

Hürriyet-i şer’iye

Şehamet-i îmaniye

Himmetini âli tutmak

Kem sözlere ve saldırılara misli ile karşılık vermemek

Nefis ve şeytanla doğru mücadele etmek

Kendi zayıf damarlarını fark edip ona göre hareket etmek

Kanat ve iktisat

KUVVE-İ MANEVİYEYİ KIRANLAR

Cehalet

Korku

Hubbu-cah

Enaniyet

Tenbellik, tenperverlik

Ye’s

İstibdad (istibdad altında olmak veya müstebid olmak)

Tenkit (kardeşlerini tenkit etmek veya kendisi tenkit edilmek)

Sabırsızlık

Kıskançlık

Dünya metaına fazla ehemmiyet vermek

Kaderi tenkit etmek

Acelecilik

Sadece kendini düşünmek

Kendi fikrini öncelemek

İçtimaî hayatta yalanın yaygınlaşması

Ehl-i îmanı birbirine bağlayan rabıtaları bilmemek

Hırs ve israf

Bu hastalıklar fertlerin kendilerine ve topluma ve hatta dava arkadaşlarına olan güvenlerini sarsmakla çalışma şevklerini kırar. Tenkit, hodfuruşluk, faziletfuruşluk, enaniyet, istibdad, kıskançlık ve dünya metaına tama’ etmek gibi haller tesanüdü bozar ve kuvve-i maneviyyeyi sarsar.

Bediüzzaman “bütün kuvvetinizi ihlasda ve hakta bilmelisiniz” derken manevî kuvvetin asıl menbaına vurgu yapmıştır.

[i] Sikke-i Tasdik-i Gaybî s.317 (erisale)

[ii] Kastamonu Lahikası s.288

[iii] Şualar s.417

[iv] Emirdağ Lahikası I, s.271

[v] Kastamonu Lahikası s.190

[vi] Mesnevi-i Nuriye s.112

[vii] Barla Lahikası s.73

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.