Manevi makam sahibi olmak, velayet mertebelerinde ilerlemek ve manevi zevkler herkesçe makbul iken Risale-i Nur’un hizmetinde ‘zayıf damar’ olarak nitelendirilir. Risale-i Nur talebeleri değil onları istemek onlardan kaçarlar. Çünkü uhrevi hizmetlerde manevi zevkleri, kerametleri ve makamları maksat yapmak ihlası kırar. İhlasın gereği odur ki; Allah için olan hizmetinde maddi-manevi hiçbir beklenti içine girmesin ve rızay-ı İlahî’den başka hiçbir şeyi maksat yapmasın.
Bediüzzaman hayatı boyunca kendine atfedilen manevî makamları reddetmiş ve talebelere de maddi manevi her şeyden feragat etmelerini vasiyet etmiştir.
Manevi makam ve feyizleri terk etmesinin iman hakikatlerinin neşrine nasıl hizmet ettiğini Bediüzzaman böyle ifade eder: “… herkes gibi gayet meşru ve zararsız olan bir yol tutarak şahsımı düşünseydim, maddî-mânevî füyûzât hislerimi feda etmeseydim, iman hizmetinde bu büyük mânevî kuvveti kaybedecektim. Ben maddî ve mânevî herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım, her işkenceye sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası için çalışacaklardır.” [i]
Nur Talebelerinin neden manevi makamları ve kerametleri aramadıklarına dair vârid olan suale Emirdağ Lahikasında verilen cevabın hülasası budur:
İhlas sırrı için… Uhrevî amellerde zevk ve kerametleri aramak ihlası kıracağından Nur Talebeleri bunları aramazlar.
Manevi zevk ve kerametler imanı zayıf olanları takviye ve itminan için verilir, Risale-i Nur iman hakikatlerini hiçbir şüpheye mahal vermeyecek şekilde kuvvetli bürhanlarla izah ettiğinden itminan için keramet ve keşfiyata ihtiyaç bırakmıyor ve hakiki Nur Talebeleri de onları aramıyorlar.
Kerametler ve keşfiyattan gelen manevi zevkler Risale-i Nur’un bir esası olan mahviyetkarane yalnız rızay-ı İlahi için rekabetsiz hizmete zarar verir. Keşif ve kerametler bir nevi rekabete yol açmakla beraber ehl-i dalaletin benlik ve enaniyetle ittiham etmesine yol açar. Bu nedenle Nur Talebelerinin keramet ve keşfiyat istememeleri elzemdir.
Risale-i Nurun mesleğinde şahıslar değil şahs-ı manevi ehemmiyetlidir. Tefani sırrı ile şahs-ı maneviye dahil olan talebeler Risale-i Nur’un mazhar olduğu ilmî kerametlerden, hizmetteki suhuletten ve çalışanların maişetindeki bereketten hissedâr olurlar ki bunlar İlahi ikramlardır. Talebeler bununla iktifa ederek şahsî kemalat ve keramet aramazlar.
Nefs-i emmare, hazır küçük bir lezzeti uhrevi daimi lezzetlere tercih eder. Kerametleri istemek de bir nevi uhrevi meyveleri dünyada koparmak manasını taşıdığından Nur Talebeleri ruhâni zevkler ve manevî keşifleri dünyada aramazlar.
Nurun ehemmiyetli bir kahramanı olan Zübeyir Gündüzalp Konferans’ta Bediüzzaman’ın îman hizmetindeki tavrını böyle ifade eder:
“Said Nursî, Kur'ân ve imâna hizmet mesleğini ihtiyar edip, hiçbir maddî ve mânevi menfaat, salâhat ve velîlik gibi mânevi makamları maksat ve gaye etmeden, sırf Cenâb-ı Hakkın rızası için hizmet yapmıştır. Basiretli ehl-i ilim tarafından bütün Müslümanlarca ‘Zuhuru beklenen siyasî ve dinî bir halâskârdır’ gibi şahsına verilen yüksek mertebeyi Bediüzzaman hiddetle reddetmiş, kendisinin ancak Kur'ân'ın bir hizmetkârı ve Risale-i Nur talebelerinin bir ders arkadaşı olduğuna inanmış ve beyan etmiştir."
Bediüzzaman’ın bu fedakarlığının bir sebebi de şefkattir:
“Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak için kendini feda eder. Öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız lâyık olmadığım o makamları, belki hakikî hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi feda etmeye, Risale-i Nur'dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim.” [ii]
Bediüzzaman, kendisine atfedilen makamlar için değil, ifa ettiği kudsî vazife noktasında kendisiyle irtibatlı olmaları hususunda talebeleri ikaz eder. Kendisine müfritane yüksek makam vermektense sadakat, sebat ve müfritane irtibat hususunda terakkinin ehemmiyetine dikkat çeker.
Makama değil vazifeye bakarak değerlendirmenin ehemmiyetini Bediüzzaman büyük kardeşi Molla Abdullah ile olan bir muhavere ile anlatır. Molla Abdullah evliya-i azimeden olan Hazret-i Ziyaeddin’e bağlıdır ve onu çok büyük manevi makamlarda tasavvur eder öyle muhabbet eder. Bediüzzaman ise böyle bir muhabbetin inkıtaa uğrayabileceğini, kendisinin ise Ümmet-i Muhammed’i irşad eden bir hakikat ehli olarak ona muhabbet ettiğini, eğer yüksek makamlara sahip olmadığı görünse de bu muhabbetin bâki kalacağını söyler. Molla Abdullah da bu nokta-i nazarı isabetli bulur, kabul eder.
Nur Talebeleri hususen de “Isparta Kahramanları” maddi ve manevî fevkalade fedakârlıklarda bulunmuşlardır. Konumuz manevi fedakarlıklar olmasından bunun bir numunesine bakalım; Bediüzzaman Hüsrev Ağabey’in manevî feragatini böyle tebrik ediyor:
“Ezcümle, Hâfız Ali diyor ki: Hüsrev kardeşimiz kendi kalemiyle yazılan “Mu’cizatlı Kur’an”ı fotoğrafla tabına taraftar olmaması ve demir harflerle müsaade oluncaya kadar beklemeye taraftar olması, onun fevkalâde ihlasına ve nefsin huzuzatından teberrisine kat’î delildir. Çünkü fotoğrafla tabedilse onun kendi hattı olduğu için binler Kur’an nüshalarını kendi eliyle yazmış gibi âlem-i İslâm’ın manevî nazarında ve uhrevî sevap cihetinde büyük ve masumane ve zararsız bir makamı terk edip ihlasın sırrı için hazzını unutarak, demir harflere taraftar olmuş…
Elhasıl: Hâfız Ali’nin ihlasından gelen ifadesi ve Hüsrev’i fevkalâde ihlas noktasında takdir etmesi ve Hüsrev de gayet büyük ve bâki bir hissesini bırakıp benim eskiden beri tekrar ettiğim bir davam ki “Risale-i Nur’un hakiki şakirdleri hizmet-i imaniyeyi her şeyin fevkinde görür, kutbiyet de verilse ihlas için hizmetkârlığı tercih eder.” beni o davada bilfiil tasdik etmesi cihetinden, bütün kuvvetimizle bu gibi kardeşlerimizi tebrik ediyoruz.” [iii]
Bu asırda manevi makamlar sahibi olmak eski zamana göre çok daha hatarlıdır. Çünkü dünyayı ahirete tercih etmek hastalığı umumî bir hastalık haline geldiğinden manevi makamları dünya işlerine alet ve basamak yapmak tehlikesi vardır. Makam sahibi olan kişi de o makamda görünmeye devam edebilmek için hakikatleri ve kudsî hizmeti kendine basamak ve vesile yapar.
Bu asrın acib hastalıkları özellikle de enaniyet, benlik, şan ve şöhret düşkünlüğü gibi hastalıklar mâneviyat cihetinde de bazı şeylerin değişmesini elzem kılmıştır. Böyle bir zamanda manevî makamlarla ortaya atılmak fayda vereyim derken zarar vermek ile neticelenebilir. Halbuki Risale-i Nur’un şahs-ı manevisinin şemsiyesi altında, şahısların makamlarını nazara almadan, icra ettikleri vazife noktasında müfritane irtibat ile yol almak çok daha selametlidir. Herkesin omuz omuza eşit olduğu, imtiyazlı birinin bulunmadığı bir ortamda tefani ve tesanüd sırrı ile Îman ve Kur’an hizmetinde bulunmak muhtemel çekişmeler ve rekabete mahal bırakmayacağından suhuletle yol alınabilir.
Üstad Bediüzzaman’ın maddi manevi her şeyden feragat mesleğinin zirvesini gösteren cümlesi ile tamamlayalım:
“Gözümde ne Cennet sevdası var ne de Cehennem korkusu.”