Müsbet hareket; yapıcı, tamir eden, onaran, asayişi muhafaza eden, birlik ve beraberliği tesis eden, şiddet ve hiddetten uzak, vicdanlı ve iz’anlı harekettir. Bölüp parçalayan, tarafgirâne düşman eden, aklı öfkeye mağlub eden hareketlerin panzehiridir. Şahsî ve umumî hukukun sigortasıdır.
Risale-i Nur mesleğinin en mühim düsturlarından olan müsbet hareket, Nur Talebelerine yapılan zalim saldırıların ve haksız muamelelerin büyük bir infialle sonuçlanmasına meydan vermemiş ve Kur’an hakikatlerinin suhuletle intişarına vesile olmuştur.
Risale-i Nur’daki diğer düsturlar gibi müsbet hareket de Kur’an-ı Hakîm’den iktibas edilmiştir. Kur’an’da müsbet hareketle ilgili pek çok Âyet-i kerîme vardır. Bunlardan bazıları:
“(Resulüm!) İnsanlara yumuşak davranman da Allah’ın merhametinin eseridir. Eğer katı yürekli, kaba biri olsaydın, insanlar senin etrafından dağılıverirlerdi. Öyleyse onların kusurlarını affet!” [i]
"Firavun'a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin. Belki o, aklını başına alır veya korkar" [ii]
“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen (kötülüğü) en güzel olan davranışla sav; o zaman bir de göreceksin ki seninle aranızda düşmanlık bulunan kimse kesinlikle sıcak bir dost oluvermiş!”[iii]
“Mü’minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını düzeltin. Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” [iv]
“Onlar yalan yere şahitlik etmezler; boş, hoş olmayan, faydasız bir manzarayla karşılaştıklarında, ağırbaşlılıkla oradan geçer, giderler.” [v]
"…Sizi Mescid-i Haramın ziyaretinden alıkoydukları için bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi adaletsizliğe sevk etmesin…” [vi]
Risale-i Nur’un bütün prensiplerinin merkezinde müsbet hareket vardır. İhlas, uhuvvet, muhabbet, fedakârlık, cesaret, cömertlik ve daha pek çok düstur tesis ve tamir eden, tahribin ve menfî olanın önünü alan prensiplerdir.
Müsbet hareket, Allah’ın vazifesine karışmamayı da gerektirir. Kendine düşen vazifeyi yaptıktan sonra neticeyi Allah’a bırakmak ve Allah’dan bilmek esastır. Hatta Peygamberin vazifesi de yalnız tebliğ etmekten ibarettir, netice olan hidayet ise Allah’ın fiilidir.
“…senin görevin sadece tebliğ etmektir. Hesap görmek ise bize aittir.”[vii]
“İman etmiyorlar diye neredeyse kendini helâk edeceksin!” [viii]
“Eğer yüz çevirirlerse bilsinler ki, Biz seni onlara bekçi göndermedik; sana düşen sadece tebliğdir...” [ix]
Bu minvalde pek çok Âyet-i kerîme vardır. Peygamberlerin bu ahlaklarını örnek alan zâtlar da aynı şekilde neticenin Allah’a ait olduğunun idraki ile hareket etmişlerdir. Vazifelerini yapıp, Allah’ın vazifesine karışmazlar.
Başkalarını tenkis etmemek, kendi mesleğinin muhabbeti ile hareket etmek de müsbet hareketin esaslarındandır:
“Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adâveti ve başkalarının tenkîsi, onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.” (Lem’alar s.256)
“…bütün kuvvetimiz ve merakımızla, vaktimizi kudsî vazifeye hasretmeliyiz. Onun haricindekileri mâlâyani bilip, vaktimizi zayi etmemeliyiz. Çünkü elimizde nur var, topuz yoktur. Biz tecavüz edemeyiz. Bize tecavüz edilse, nur gösteririz. Vaziyetimiz bir nevi nurânî müdafaadır.” [x]
Başka mesleklerin kusurlarını görmemekle beraber, Müsbet hareket, İslamiyet dairesi içindeki farklı meşreplerle ittifak etmeyi de gerektirir. İttifak güçlendirirken ihtilaf zayıf bırakır. Gurur, kibir ve rekabetkârane hissiyat ihtilafın sebeblerindendir.
Karşılaşılan kusurlar, hatalar karşısındaki müsbet davranış Risale-i Nur’da böyle tanımlanmıştır:
“…asıl hüner, kardeşini fena gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe'nidir.” (Şualar s.419)
“Halbuki, mü'min kardeşinden sana gelen bir fenalığı bütün bütün ona verip onu mahkûm edemezsin. Çünkü, evvelâ kaderin onda bir hissesi var. Onu çıkarıp, o kader ve kazâ hissesine karşı rıza ile mukabele etmek gerektir. Saniyen, nefis ve şeytanın hissesini de ayırıp, o adama adâvet değil, belki nefsine mağlûp olduğundan, acımak ve nedamet edeceğini beklemek. Salisen, sen kendi nefsinde görmediğin veya görmek istemediğin kusurunu gör, bir hisse de ona ver. Sonra bâki kalan küçük bir hisseye karşı, en selâmetli ve en çabuk hasmını mağlûp edecek af ve safh ile ve ulüvvücenaplıkla mukabele etsen, zulümden ve zarardan kurtulursun.” (Mektubat s.378)
Hâfız-ı Şirazî’nin bu sözü dosta ve düşmana karşı müsbet hareketi çok isabetli bir şekilde tanımlar: “İki cihanın rahat ve selâmetini iki harf tefsir eder, kazandırır: dostlarına karşı mürüvvetkârâne muaşeret ve düşmanlarına sulhkârâne muamele etmektir."
Bediüzzaman, Nur Talebelerini kendilerine ve Risale-i Nur’a düşmanlık edenlere karşı karşı ihtiyatlı davranmaları ve münakaşa etmemeleri hususunda mükerreren ikaz etmiştir:
“Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz. Sakın, sakın hocalarla münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musalâhakârane davranınız. Enaniyetlerine dokunmayınız. Bid'at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda dehşetli zındıka varken, mübtedi'lerle uğraşıp, onları dinsizlerin tarafına sevk etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rastgelseniz, mümkün olduğu kadar münazaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itirazları, münafıkların ellerinde bir senet olur. İstanbul'da ihtiyar hocanın hücumu ne kadar zarar verdiğini bilirsiniz. Elden geldiği kadar Risale-i Nur lehine çevirmeye çalışınız.” (Emirdağ Lahikası 1 s.175)
“O vâiz ve âlim zâta benim tarafımdan selâm söyleyiniz. Benim şahsıma olan tenkidini, itirazını, başım üstüne kabul ediyorum. Sizler de, o zâtı ve onun gibileri münakaşaya ve münazaraya sevk etmeyiniz. Hattâ tecavüz edilse de bedduayla da mukabele etmeyiniz. Kim olursa olsun, madem imanı var, o noktada kardeşimizdir. Bize düşmanlık da etse, mesleğimizce mukabele edemeyiz. Çünkü, daha şiddetli düşmanlar ve yılanlar var.” (Tarihçe-i Hayat s.385)
Hasan Atıf Ağabey’in mektubundaki bazı parçalar münasebetiyle Bediüzzaman bu uyarıda bulunmuştur:
“…çok manidar yazdığı cümleler içinde, bir parça ehl-i bid'aya şiddet gördüm. Zaman, zemin, Risale-i Nur'un müsbet mesleği, ehl-i bid'a ile değil fiilen, belki fikren ve zihnen dahi meşgul olmaya müsaade etmez.” (Kastamonu Lahikası s.309)
Bediüzzaman Said Nursî, kendi şahsına yapılan zulümlere de her zaman asayişi muhafaza eden bir tavır içinde olmuştur. Masumlara zarar gelmemek için kendi rahatını ve şahsî hukukunu feda etmiştir:
“Meselâ, kendimi misâl alarak derim: Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş. Meselâ, Rusya'da kumandana ayağa kalkmamak, Divan-ı Harb-i Örfîde idam tehdidine karşı mahkemedeki paşaların suallerine beş para ehemmiyet vermediğim gibi, dört kumandanlara karşı bu tavrım, tahakkümlere boyun eğmediğimi gösteriyor. Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım..." (İlk Dönem Eserleri s,370 Hutuvât-ı Sitte)
“Benim ve Risale-i Nur'un mesleğinin esası ve otuz seneden beri bir düstur-u hayatım olan şefkat itibarıyla, bir mâsuma zarar gelmemek için, bana zulmeden cânilere, değil ilişmek, belki beddua ile de mukabele edemiyorum. Hattâ en şiddetli bir garazla bana zulmeden bazı fâsık, belki dinsiz zâlimlere hiddet ettiğim halde, değil maddî, belki beddua ile de mukabeleden beni o şefkat men ediyor. Çünkü o zâlim gaddarın, ya peder ve validesi gibi ihtiyar bîçarelere veya evlâdı gibi mâsumlara maddî zarar gelmemek için, o dört beş mâsumların hatırına binaen o zâlim gaddara ilişmiyorum. Bazan da hakkımı helâl ediyorum.” (Şualar s.477)
“Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur'a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.” (Emirdağ Lahikası 2 s.454)
Bediüzzaman Said Nursî, Nur Talebelerine verdiği son dersinde böyle söyler:
“Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir. Menfî hareket değildir. Rıza-yı İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır. Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz.” [xi]
Müsbet hareket, hakikati ketmetmek, hakkı gizlemek değildir. Hak ve hakikati savunurken asayişi bozmamak, masumların hakkını muhafaza etmek ve kaba kuvvete baş vurmamaktır. Haksızlık karşısında susmak değil kimseye zarar vermeden hakkı savunmaktır ve hak bildiği yolda ilerlemektir.
Peygamber Efendimiz’in (asm) hayatından en mühim bir müsbet hareket örneği ile yazımızı tamamlayalım. Mekke’nin fethinde Kureyşliler endişe içinde Peygamberimizin onlar hakkında verecekleri hükmü bekliyorlardı. Peygamberimiz (asm) ise onlara Yusuf’un (as) kardeşlerine dediği gibi dedi: “Bugün artık size geçmişten sorumluluk yoktur, günâhınızı yüzlerinize vurmak sûretiyle benim tarafımdan size, bir kınama ve ayıplama yoktur; Allahü teâlâ, sizi mağfiret buyursun" (Yûsuf suresi, 92)
Peygamberimiz böyle bir muamele ile onlardan çokların İslam ile şereflenmesine vesile olmuştur. Eğer aksi bir tavır alsa idi ne kadar menfî neticelerle karşılaşılabileceğini tahmin etmek güç değil.