“Ümmi fakat allamelerin işini gören” ifadenin sade güzelliğine ve hakikatin yüksekliğine bakın... Kahramanlığın tevazu ile ulvi buluşmanı seyredin.... Ağalık ile hizmetkarlığın hizmette beraber yürüyüşüne şahit olun... Zenginlik ile fakrın raksını görün... Makam ile makamsızlık makamına ulaşmanın hazzını hafızalara kazıyın, ruhlara ekin... Ekin ki “Alim”den “Allam”a giden yolda karıncanın “Hakim” diyen seslerini işitin, gönül kuşun bad-ı saba’da “Rahim” zikriyle zikirlenin.
Ağa hizmetkar... Ümmi ama alleme işleri işleyen bir hizmetkar... Bilinmezliklere gömülen, kitapların tozlu sayfalarında kaybolan garip adam, garip fatih yeniden kalplerde filizlenmek, ruhlarda çiçek açmak istiyor. Gönlümüzde boş yer var mı? Ağaya yer açabilecek miyiz? Ruhumuz nerelerde? Ağa ile buluşmaya zamanı var mı? Yoksa çok mu doluyuz, hiç mi vaktimiz yok? Yazık, ne zaman görüşüp koklaşıp da toprağa kök salacağız. Topraklar bu buluşma için ağlıyor. Ümmet vuslat diye inliyor.
Barla çiçekleri tazeliğini korurken biz niye koku alamıyoruz ve veremiyoruz? Ağanın peşinden gitmek “ar”ımıza mı gidiyor? Ağalara kahya olmak bize hafif mi geliyor? Çam dağına çıkmadan daha eteklerinde yoruluyoruz.
İfadenin zorluğu ile sancılanırken “Ümmi fatih”in coşku ve feyezan veren mektubunu bir defa daha okuyorum. Kelimelerin seçilişi, cümlelerin kuruluşu, mana derinliğinin ihlas ile inilmesi... “Biz sana kahya bile olamayız” dedirtiyor.
Risale-i Nur’dan anladığımız; yaşadığımız... Yaşadığımız kadar anlamışısız demek... Kalp ve ruhun olmadığı akıl okumaları “okuma”dan öteye gitmiyor, ileri gitmiyorsa geri gidiyor demektir. Ağa mektubunda böylesi bir okuma dersi de veriyor; “Ruh ve kalbime tedkik ettim, tedkikatımda ne gibi hissetmiş ve anlamış olduğumu aradım, baktım ki; ruh ve kalbimde bir feyezan ve coşkunluk var ki, beni Bila ihtiyar bir vazifeye sevk etmek için hemen “haydi haydi” diye tazyikata başladı.”
Okumalarımız sonrasında kalp ve ruhumuzu tedkik edebiliyor muyuz ve bizi nereye sevk ettiğinin şevkini duyabiliyor muyuz? Bize emredileni bilecek kadar feraset sahibi miyiz? Yoksa acabalarla ayaklarımız halen dolanıyor mu? Birey olarak bize düşen hususi vazifeyi bilemiyorsak çarklar iyi çalışmayacak demektir ki bu fabrika için tehlikeli bir durum.
Risale-i Nur’un dörtte üçünün yazıldığı Isparta’nın intibahına sebep olan, okuma yazma bilmeyen Adilcevazlı Kürt Bekir Ağayı “okumuş” insanlar olarak iyi tahlil etmeliyiz, çünkü bize öğreteceği çok şeyler var. Yeni beldeler, yeni gönüller fethetmek istiyorsak Ağa’nın izinden yürüyen kahyalar olabilmeliyiz. Sadece Anadolu toprakları değil, Ortadoğu, Asya, Avrupa, Amerika kısacası insanın ayak bastığı her yerin böyle Ağalara ihtiyacı var.
Ruhumuza ve gönlümüze dönelim... Ağa veya Ağaya kahya olabilecek bir feyezan ve coşku duyabiliyor muyuz? Ses geliyor mu ses? Yoka insanlığın inleyişleri mi geliyor?
Ağa’dan daha fazla şeyler öğrenmek isteyenler Barla Lahikasının sayfalarını karıştırabilirler. Size kendini gösterecektir, fakat asıl mesele bizim onda “kendimizi” bulmamızdır. İyi okumalar ve bulmalar efendim...