Ağlamak Güzeldir-5

Zafer AKGÜL

Herkesin yağmuru kendine...”

Aylardan ekim. Serin bir akşam üstü… Güneş kızıllığı gri bulutlarla buluşmuş, ufuklar sanki resim galerisinde sergilenen mahir bir sanatçının tuvale ustalıkla vurduğu fırça darbelerinden oluşan bir tabloyu andırıyordu.

Bir süre sonra hafif bir yağmur başladı. Önce toprak kokusu yayıldı tozlu yollardan. Sonra ıslanan kaldırımlara sokak lambalarının sarı ışıkları vurdu, çiseleyen yağmur damlaları vitrin camlarından dışarıya yansıyarak bir şehrâyin gibi süsledi alacakaranlığı.

Anne şefkatiyle çiçekleri, yaprakları, çimleri, kaldırım taşlarını, çatıları okşayan çiseleyen yağmurun sesi, kulakları tatlı melodilerle dolduruyordu. Birden yeryüzü kapağı açılmış bir mücevher kutusuna dönüştü. Park ve bahçelerdeki çiçeklere tutunmuş damlacıklar tek taş pırlantalar gibi ışıldıyordu. Gelip geçen arabaların silecekleri düğünde halay çekmek için ellerini havaya kaldırıp bir sağa bir sola sallayarak piste çıkanların keyifli hallerini andırıyordu.

Tenha kaldırımlarda iki genç sevgili ağır ağır yürüyorlardı. Yağmur kaçaklarının aksine yağmura yakalanmak ve ıslanmak için çıktıkları ıslak saçlarından belliydi. Genç kız heyecandan ve mutluluktan titriyordu. Sevgilisine baktıkça gözlerinden yüreğine doğru ılık bir sıcaklık yayılıyordu. Çiçekler, ağaçlar bir başka güzel; evler, binalar bir başka tatlı; ışıklar bir başka parlak, yağmur bir başka şiirimsiydi. Bir rüya yolculuğuna çıkmış gibiydiler ikisi de. Uyanmak istemedikleri bir rüyayı yaşıyorlardı.

Yağmur mutluluk olup üzerlerine yağıyordu. Su damlacıkları konfetiler gibi yağmaya başlayınca delikanlı uçarıca şemsiyesini açtı. Parmakları kenetlenmiş elleriyle sımsıkı tutunmuşlardı birbirlerine. Arada bir şeyler fısıldayıp gülüşüyorlardı. Musmutluydular.

İki cadde ötede şehir hastanesinin 5. katı. Onkoloji bölümü. Penceresi hastanenin iç bahçesine bakan bir hasta odası. Camın önünde bitkin bir genç kız. Pencereden yağan yağmuru donuk gözlerle seyrediyordu. Cama vuran her damla, kalbine yapışıp süzülüyor, oradan kızgın saca düşen su damlacıkları gibi buhar olup kayboluyordu. Zayıf, halsiz ve çaresizdi. Pencereden aşağı kattaki morg görünüyordu. Bir kaç araba rampadan aşağıya indi ağır ağır. Taze bir ölü vardı yine. Arabaların silecekleri hasta yatağından doğrulup kalkmak isteyen fakat takatsizce tekrar sırt üstü yatağına düşen ağır hastaları andırır gibi zor belâ kalkıp sonra hızla iniyordu.

Hasta genç kız maziye takıldı yine. Aşkını düşündü, sevdasını hayal etti. Sevmişti işte çocuksu ve masumca. Canını verecek kadar sevmişti işte. Sebepsiz ve niçinsiz. Sevgilisi için dünyasını donatmıştı. Denizler kadar geniş bir yürek hazırlamıştı. Ve bu yüreği gözlerinin derinliğinden, aşkının enginliğinden almıştı. Yemyeşil vadiler, mor dağlar, ufuklara sığmayan denizler, gölgeleri devasa ağaçlardan oluşan rengârenk bir dünya kurmuştu. Çiçeklerin, güllerin mahşer meydanındaki kalabalıkları gibi tıklım tıklım doldurduğu saklı bahçeler oluşturmuştu. Kuşların cıvıltılarını taşıyan meltemler yollamıştı uzaklara.

Güneş ve ay ikisiyleydi. Yıldızlar sohbet arkadaşlarıydı. Hepsi ikisi olmuştu, sadece ikisi vardı dünyada. Gerisi dekor malzemesi gibiydi.

Kansere yakalandığını anladığında kendini bir uçurumun kenarında hissetmişti. Sonra her şey birden alt üst olmuştu. Anlayamamıştı bile. Bir ayrılık, bir kayboluş. Sebebini tahmin ettiği anlaşılmaz bir kaçış. Ve terk edilmenin bıraktığı bir ölüm sessizliği. Her şey ama her şey anlamını yitirmişti o andan sonra. Koca dünya, ay, güneş, bulutlar, mavi gökyüzü, kara toprak, yeşil vadi, mor dağlar yerlerini harabeye bırakmış, depremleri yaşamış ve yerle bir olmuştu sevgi dolu dünyası. Oysa aşkını nisan yağmurlarıyla beslemiş, mayıs gülleriyle mest etmişti. Şimdi hazan yaprakları gibi oradan oraya savruluyordu. Çöküşün başlangıcı olacak kara kışı bekliyordu. İliklere kadar ürperten, üşüten, titreten kış nasılsa öyle. Ölüm ve kış birbirine ne kadar da benziyorlardı. İkisinde de kefen beyazı vardı. Genç bir kızın kefene bürünmesi, bir gülün karlar altında donması, can vermesi gibi değil miydi? Ayrılık zamansız gelen ölüm gibiydi. Öyle ya bütün ölümler de zamansızdı ve apansız karşısına dikilirdi insanın.

İnsan en öldürücü darbeyi en yakınından, en çok güvendiğinden alır. Genç kızın gündüzlerine karanlık çökmüş, gecelerini kör eden bir kabuslar zinciri kaplamıştı. Ruhunu dindirmek için sığındığı uykularda bile kötü rüyalar görüyor daha bir perişan uyanıyordu.

Ümidini yitirmişti. Amansız hastalığın pençesinde kıskıvrak yakalanmış bir zavallı serçe gibiydi. Çırpındıkça kaderin sivri tırnakları daha çok batıyordu nazik ruhuna ve tenine. Asıl ölüm ümitlerin ölmesiydi. Böylece insan kendi ruhunu kendi elleriyle öldürür ve kendi elleriyle gömerdi. Yaşamak artık masaldan ibaretti. Zaten nice zamandır yaşayan bir ölüden farkı yoktu ki.

Yağmur her yere yağıyordu. Dağlara, taşlara, ovalara, bağlara, bahçelere, parklara, caddelere, damlara, çatılara her yere. Caddeye yağan yağmur da, hastaneye yağan yağmur da aynıydı. Ama herkesin yağmuru kendineydi.

Hastanedeki ölümünü bekleyen genç kız, kaldırımda yürürken şemsiyeyi açan uçarı delikanlının eski sevgilisiydi…

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (15)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.