Annemi 1991 Ekim ayının başlarında kaybettim. Üç gün sonra Mevlid kandiliydi iyi hatırlıyorum. Biz çocukları, evlenmiş baba ocağından ayrılmıştık. Evde babam ve annem kalmışlardı. Mutad olduğu üzere yatsıya doğru babam dükkanı kapatıp eve gelmiş. Hava karırmış olmasına rağmen odaların hiç birinde lamba yanmaması babamın dikkatini çekmiş. Seslenmiş anneme ama cevap alamamış. Mutfağa geçmiş ocakta akşam yemekleri pişmiş, hazırmış. Namazda olabilir diye oturma odasının elektrik düğmesine basmış ve annemi seccade üzerinde, secdeye kapanmış halde bulmuş. Bir kaç saniye annemi seyretmiş o halde iken. Fakat annem saniyeler ilerlediği halde secdeden kalkmayınca anneme dokunmuş. Annem boş bir çuval gibi yana doğru yıkılmış. O zaman anlamış anneme bir şeyler olduğunu hemen konu komşuya seslenmiş, yardıma çağırmış. Zaten komşu demek o zamanlar hane halkından birileri demekti. Öylesine ilk çağrı merkezi gibiydi komşular birbirleri için.
Meğerse annem yemekleri pişirmiş, ocağın altını söndürmüş ve akşam namazına durmuş. Namazda secde halindeyken beyin kanaması geçirmiş öylece kalakalmış. Haber aldığımızda hastanedeydi. Konuşamıyor, hareket edemiyor, tepki veremiyordu. Sadece gözlerini okuyarak meramını anlamaya çalışıyorduk. Doktorlar yapacak bir şey olmadığını 11 gün sonra her şeyin belli olacağını söylediler. Gerçekten de 11. gün annem ellerimizden kayıp gitti.
“Alimin ölümü, âlemin ölümüdür” derler. Evet bu doğru bir tesbit. Onların ölümü dış dünyaya yönelik bir kayıptır... Fakat annelerin ölümü insanın içindeki alemin, içindeki dünyanın ölümüdür. Bizler annelerimizin gözünde hep çocuğuz ya işte bütün o çocukluğumuz çöker. Alimlerde ve ilimde hikmet ön plandadır, annelerde ise rahmet, merhamet, şefkat ön plandadır. İlim ancak merhamete yol açarsa ilimdir. İnsan niye ilim öğrenir? İnsan olmak için değil mi? İnsanlığın ve hatta kainatın mayasında ne vardır? Elbette ki merhamet, sevgi vardır. Sevginin acımayla /merhametle yoğrulmuş haline şefkat derler. İşte bu sebepten anneler şefkat kahramanı olarak yaşarlar ve bu yüzden onların ölümü içimizden çok şey alıp gider. Hep bir yanımız eksik kalır. Ve bundandır ki insan yaşı ne olursa olsun annesinin vefatıyla bir çocuk gibi ağlar.
Ölüm, eğer ahiret inancı olmazsa varlık insana taşıması zor bir yük haline gelir. İnsan hem kendisi hem de sevdikleri için ölümle karşlaştığında ölmek adeta sonsuz ve dipsiz bir gayya kuyusu gibi görünür. Tutunacak dal bulamadığı bu kuyunun dibine doğru sesli veya sessiz çığlıklarla düşer. Sonu meçhul bir düşüştür bu… Ahiret inancı zayıf olanlar ölümü kayıp sayarlar. Falanca hayatını kaybetti vb. derler.
Bütün ölümler zamansızdır bir açıdan. Beklenmedik anda gelir ve bizi bulur. İnsanoğlunun bu en girift olgusu aynı zamanda insanın en zayıf yeridir. Bundandır ki en güçlü, en metin insanlar bile çocuk gibi ağlarlar. Ama gizli ama açık bir şekilde gözler, kalpteki volkanın dışavurumuna engel olamaz. En hafifi, hayatın en tenha yerinde bir hüzün şarkısı mırıldanır gibi ağlamaktır. Bu ağlamak da güzel olmasa gerek.
Annemin gidişi üstümdeki göğü çatlattı, yıldızları üstüme düşürdü. Ayaklarımın altındaki yeri bir kilim gibi çekti. Acı gerçekler insanı sendeletir. Ayakta duramaz hale getirir. Çömelip ağlarız veya bir eşyaya, bir nesneye varsa yanı başınızdaki bir insana yaslanıp ağlarız. Ben de öyle yaptım, hastane bahçesinde, tenhada bir ağaca yüzümü dayayıp ağladım.
Defin sonrası bir vesvese kapladı içimi. Kabir azabı. Evet annem namazlı, niyazlı, ağzı oruçlu, eli tesbihli, haram lokma yememiş bir mü’mine kadındı. Ne var ki bir vesvese içime kurt gibi düştü. Ya annemin bilinmedik bir günahı varsa. Ya bu günah yüzünden kabir azabı çekerse. Taziye sürecinde hep bunu düşündüm. Aklıma Engel suresi de denilen Mülk suresi ve ortaokul 3. sınıftan beri zaman zaman özellikle ilkbaharda her Cuma gidip de tüm kabristanda yatanların ruhuna hediye ettiğim Yasin suresi geldi. Bundan böyle her gece yatmadan Mülk ve Yasin okuyacak ve annemi muhtemel azaptan kurtaracaktım. Zihnime kıymık gibi batan bu kaygı ve korkuyu defetmek için her gece okumaya başladım.
Vefatından 7 gün sonra annemi rüyamda gördüm. Güya annemin mezarı açık ve ben toprağın üstünden ona bakıyorum. Mezar küçük bir odacık. Mezarın duvarında bir–bir buçuk metre uzunluğunda kitaplık rafı vardı. Raftaki kitaplığın bir ucunda babamın hatim indirirken okuduğu cami boy denen büyük hacimli Kur’an, en sonunda da benim hatim indirirken okuduğum küçük boy Kur’an vardı. Sanki biri baş bir ayak tarafına dikilmiş mezar taşı gibiydiler. İkisinin arasında büyük boy Risale-i Nur Külliyatı vardı. Ve annem açık, mavi renk dantelli, nişan elbisesi giymiş vaziyetteydi. Yüzü mütebessimdi, memnuniyet ve mesudiyyet akıyordu. Huzurlu ve rahattı. “Anne iyi misin” diye sordum. “İyiyim” falan dedi.
Bu rüya beni çok rahatlatmıştı. Büyük bir teselli kaynağı oldu bana. Ve ben aksatmadan tam 9 sene boyunca anneme Yasin-Mülk sureleri okuyup bağışlamadan uyumadım.
Sonra yakın bir akrabamın annesi öldü. Onu teselli için her gece Yasin-Mülk okumasını, benim her gece öyle yaptığımı falan söyledim. Hay söylemez olaydım. O günden sonra tekleme başladı. Haftada bir-iki gece fire verir oldum. Zamanla sureleri bitiremeden uykuya dalıp gitmeler başladı. Hala bunun pişmanlığını çekerim. Siz siz olun böyle sırlarınızı ifşa etmeyin. Kayboluyor, gidiyor işte…