Peygamberimizin (asm) göz pınarları merhamet ve şefkat yaşları ile doluydu. Merhametli oluşunun doğal sonucu olarak da bazı olaylar Onu ağlatırdı. Yanık bir Kur’an okunuşu, vecdle ibadet hali, yoksul bir çocuğun ızdırabı, Müslümanların ve kendisinin küçük yaşta ölen çocukları, beklenmedik felaketler Onu daima ağlatırdı. Ama Onun ağlayışı feryat figan yani sızlanma ve şikayet şeklinde değildi.
Resulü Ekremi (asm) namaz kılarken gören bir sahabi gözlemlerini şöyle aktarıyor: “Bir gün Peygamber Efendimizin (asm) yanına gitmiştim, huzuruna vardığımda namaz kılıyordu. Üzerinde sanki bir ağlama hali vardı. Bu durum o kadar belirgindi ki kendisinden çıkan ses adeta ateş üzerinde bulunan bir çömleğin kaynamasından çıkan sesi andırıyordu.”
İbn-i Abbas Hazretlerinin anlattığına göre hasta bir kız çocuğu vardı, hastalığı oldukça ağırlaşmıştı. Hz. Peygamber (asm) onu kucağına aldı, bir saat kadar böyle kaldı ve kız çocuğu ruhunu Hakk’a teslim etti. Bu sırada Ümmü Eymen (ra) yüksek sesle ağlamaya başladı. Bu haykırıp, inleme, feryad şeklinde bir ağlama olsa gerek ki Peygamber Efendimiz (asm) böyle ağlamaktan onu engelleyince “Ben sizi ağlarken görmedim mi ey Allah Resulü, zaman zaman siz de ağlamıyor musunuz?“ dedi. Peygamberimiz şu cevabı verdi: “Ey Ümmü Eymen, benim ağlayışım, sabırsızlıktan kaynaklanan feryad figan tarzında değildir. Ben merhametimden ağlarım, şüphesiz mümin her durumda hayır ister, hayır üzeredir. Ruhun kabzolunuşu, alınışı da onun için bir hayırdır, bu yüzden Allah’a hamdeder.“ Peygamberimiz (asm) demek istiyor ki Ey Ümmü Eymen sen ölüye ağlıyorsun, halbuki Allah’a kavuşması sebebiyle ölü durumundan memnundur. Durumundan memnun olana ağlanır mı?
Hz. Aişe (ra) Peygamber Efendimizin (asm) süt kardeşinin ölümünden bahisle gözlerinin yaşardığını anlatır. “Peygamberimizin süt kardeşi Osman b. Maz’un hazretleri ölmüştü. Peygamberimiz (asm) gelerek süt kardeşini iki gözü arasından öptü, bu sırada gözlerinden yaşlar dökülüyordu.”
Peygamberimizin (asm) kızı Ümmü Gülsüm ölmüştü. Cenazesi hazırlandı, toprağa verildikten sonra Peygamberimiz (asm) bir tarafına çekilmiş içten içten ağlıyordu.
Peygamber Efendimizin (asm) Mısırlı Mariye’den doğma bir oğlu vardı. Adı İbrahim‘di. Peygamberimiz (asm) onu çok sevmiş ve yaşadığı sürece babalık şefkatini göstermişti. Yayrucak yaklaşık 18 aylık olunca hastalandı. Ağırlaştı hızla. Bu sırada Peygamberimiz (asm) oğlunu kucağınla almış ve son defa bağrına basıp öpmüş, göz yaşlarını tutamayarak “Allah’ın takdiri karşısında elden ne gelir ey İbrahim“ demişti. Nihayet yavrucak ruhunu teslim etmişti ki sevgili Peygamberimiz (asm) gözleri yaşlı şöyle diyordu. ”Göz yaşarır, kalp mahzun olur. Biz Allah’ın rızasına uygun olmayan bir söz söylemeyiz. Ey İbrahim senin ölümünde derin bir üzüntü içindeyiz, bu Allah’ın bir emri olmasaydı, vade dolmuş bulunmasaydı, sonra gelenler öncekilere kavuşmayacak olsaydı, senin ölümüne daha çok üzülürdük. “
Gözyaşlarını gören ashab Peygamberimiz’e (asm) bunun kendilerine kesinlikle yasaklanmış olduğunu hatırlatınca da şöyle buyurdu: “Ben üzülmeyi yasaklamış değilim, bağıra çağıra feryad ederek, dövünerek ağlamayı yasak ettim. Bende gördüğünüz göz yaşları, kalpteki sevgi ve acımanın eseridir.”
Gözyaşı merhametin, kapteki sevgi ve şefkatin eseridir. Rahmet Peygamberi olan Hz. Muhammed’in (asm) kalbi sevgi, şefkat ve merhamet doluydu. Bu sebeple, okuduğu, dinlediği, anlam derinliklerini düşündüğü Kur’an, huşu üzerine ifa ettiği ibadet, Müslümanların başına gelen beklenmedik felaketler, sevdiklerinin, dostalarının ve çocuklarının ölümü, bir Müslümanın ıstırabı, Onun merhamet pınarlarını harekete geçirir, yaşlar bir inci tanesi gibi gözlerinden dökülürdü.
Biz de Yüce Allah’a yalvaralım, Allah’ım Sevgili Peygamberimize lütfettiğin sevgi, şefkat, merhamet ve acıma duygusundan bize de ihsan eyle, biz de merhamet eseri olan ağlayışla gözyaşı dökelim ve gönüllerimizin pasını silelim. (Hüseyin Algül, s 71)
Bir de Peygamberimizin (asm) doğumu hengamında olan olayları anlatalım.
Doğduğu gece hem annesi, hem annesinin yanında bulunan Osman ibn-i As’ın annesi, hem Abdurrahman ibn-i Avf ın annesinin gördükleri azim bir nurdur ki üçü demişler. “Doğumu anında öyle bir nur gördük ki o nur maşrık (doğu) mağribi (batı) bize aydınlattırdı.”
O gece Kabe’deki putların hepsi yüz üstü düşmüş. İran Kıralı Kisra’nın meşhur sarayı o gece sallanıp çatlamış, inşikak etmiş ve on dört şerefesi düşmeüş. Savada kutsanan, tapınılan küçük deniz o gecede yere batmış ve Istahrabat’ta bin senedir daima yakılan yanan ve sönmeyen Mecusilerin mabut ittihaz ettikleri (taptıkları) ateş, doğum gecesinde sönmüş. Demek bu gelen Zat ateşperestliği kaldıracak, Fars saltanatının sarayını parçalayacak, izni ilahi olmayan şeylere tapma ve takdisi men edecek, kaldıracaktır.
“Beşincisi: Çendan velâdet gecesinde değil, fakat velâdete pek yakın olduğu cihetle, o hadiseler de irhasat-ı Ahmediyedir (a.s.m.) ki, Sûre-i Elem Tere Keyfe’de nass-ı kati ile beyan edilen Vak’a-i Fildir ki, Kâbe’yi tahrip etmek için, Ebrehe namında Habeş meliki gelip, fil-i Mahmudî namında cesîm bir fili öne sürüp gelmiş. Mekke’ye yakın olduğu vakit fil yürümemiş. Çare bulamamış, dönmüşler. Ebâbil kuşları onları mağlûp ve perişan etmiş, kaçmışlar. Bu kıssa-i acibe, tarih kitaplarında tafsilen meşhurdur. İşte şu hadise, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın delâil-i nübüvvetindendir. Çünkü velâdete pek yakın bir zamanda, kıblesi ve mevlidi ve sevgili vatanı olan Kâbe-i Mükerreme, gaybî ve harika bir surette, Ebrehe’nin tahribinden kurtulmuştur.
“Altıncısı: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, küçüklüğünde Halime-i Sa’diye’nin yanında iken, Halime ve Halime’nin zevcinin şehadetleriyle, güneşten rahatsız olmamak için, çok defa üstünde bir bulut parçasının ona gölge ettiğini görmüşler ve halka söylemişler ve o vakıa sıhhatle şöhret bulmuş.
“Hem, Şam tarafına on iki yaşında iken gittiği vakit, Bahîra-yı Râhibin şehadetiyle, bir parça bulut Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın başına gölge ettiğini görmüş ve göstermiş.
“Hem yine bi’setten evvel, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bir defa Hatice-i Kübrânın Meysere ismindeki hizmetkârıyla ticaretten geldiği zaman, Hatice-i Kübrâ, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın başında iki meleğin bulut tarzında gölge ettiklerini görmüş, kendi hizmetkârı olan Meysere’ye demiş. Meysere dahi Hatice-i Kübrâya demiş: "Bütün seferimizde ben öyle görüyordum."
Yedincisi: Nakl-i sahihle sabittir ki, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, bi’setten evvel bir ağacın altında oturdu.(peygamberlik gelmeden önce ) O yer kuru idi, birden yeşillendi. Ağacın dalları, onun başı üzerine eğilip kıvrılarak gölge yapmıştır.
Sekizincisi: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ufak iken Ebu Talib’in evinde kalıyordu. Ebu Talip, çoluk ve çocuğu ile, onunla beraber yerlerse karınları doyardı. Ne vakit o zat yemekte bulunmazsa, tok olmuyorlardı. Şu hadise hem meşhurdur, hem katidir.
Hem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın küçüklüğünde ona bakan ve hizmet eden Ümmü Eymen demiş: "Hiçbir vakit Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm açlık ve susuzluktan şikâyet etmedi-ne küçüklüğünde ve ne de büyüklüğünde."
Dokuzuncusu: Murdiası olan Halime-i Sa’diye’nin malında ve keçilerinin sütünde, kabilesinin hilâfına olarak çok bereketi ve ziyade olmasıdır. Bu vakıa hem meşhurdur, hem katidir.
Hem sinek onu tâciz etmezdi, onun cesed-i mübarekine ve libasına konmazdı. Nasıl ki, evlâdından Seyyid Abdülkadir-i Geylânî (k.s.) dahi, ceddinden o hali irsiyet almıştı; sinek ona da konmazdı.
Onuncusu: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm dünyaya geldikten sonra, bahusus velâdet gecesinde, yıldızların düşmesinin çoğalmasıdır ki, şu hadise, On Beşinci Sözde Katiyen bürhanlarıyla ispat ettiğimiz üzere, şu yıldızların sukutu, şeyâtin ve cinlerin gaybî haberlerden kesilmesine alâmet ve işarettir. İşte, madem Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm vahiyle dünyaya çıktı; elbette yarım yamalak ve yalanlarla karışık, kâhinlerin ve gaibden haber verenlerin ve cinlerin ihbârâtına sed çekmek lâzımdır ki, vahye bir şüphe iras etmesinler ve vahye benzemesin. Evet, bi’setten evvel kâhinlik çoktu. Kur’ân nâzil olduktan sonra onlara hâtime çekti. Hattâ çok kâhinler imana geldiler. Çünkü daha cinler taifesinden olan muhbirlerini bulamadılar. Demek Kur’ân hâtime çekmişti. İşte, eski zaman kâhinleri gibi, şimdi de medyumlar suretinde yine bir nevi kâhinlik, Avrupa’da, ispritizmacıların içlerinde baş göstermiş. Her ne ise...
Elhasıl: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın nübüvvetinden evvel nübüvvetini tasdik ettiren ve tasdik eden pek çok vakıalar, pek çok zatlar zâhir olmuşlar. Evet, dünyaya mânen reis olacak ve dünyanın mânevî şeklini değiştirecek ve dünyayı âhirete mezraa yapacak ve dünyanın mahlûkatının kıymetlerini ilân edecek ve cin ve inse saadet-i ebediyeye yol gösterecek ve fâni cin ve insi idam-ı ebedîden kurtaracak ve dünyanın hikmet-i hilkatini ve tılsım-ı muğlâkını ve muammâsını açacak ve Hâlık-ı Kâinatın makasıdını bilecek ve bildirecek ve o Hâlıkı tanıyıp umuma tanıttıracak bir zat, elbette o daha gelmeden herşey, her nevi, her taife onun geleceğini sevecek ve bekleyecek ve hüsn-ü istikbal edecek ve alkışlayacak ve Hâlıkı tarafından bildirilirse o da bilecek. Nasıl ki, sabık işaretlerde ve misallerde gördük ki, herbir nev-i mahlûkat, onu hüsn-ü istikbal ediyor gibi mu’cizâtını gösteriyorlar, mucize lisanıyla nübüvvetini tasdik ediyorlar. (Mucizat-ı Ahmediye, Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat 177)
Bediüzzaman bu eserinde Peygamberimizin (asm) 350 kadar mucizesini anlatmıştır. Kim okusa Ona muhabbeti artar. Bediüzzaman’ın hayatı Ona muhabbeti ziyadeleştirmek için geçmiştir.