Bir kavramı teorik olarak anlamak ve anlatmakla gerçek aşkın ne olduğunu idrak etmek tarifi zor bir iştir.
Meşhurların üzerinden anlatılır aşk. Yunus Emre ve Mevlâna ilk akla gelir aşk deyince. Kim bilir nice ismini bilmediğimiz ve duymadığımız milyonlarca aşıklar gelmiş geçmiş bu dünyadan.
Belki şu an kimsenin bilmediği nice aşıklar yaşıyordur yer yüzünde haberimiz yok. Maşuku biliyor ya O’ yeter!!!…
Fakat hayatı anlamakla hayata anlam kazandıran aşkı hayattan ayrı düşünmek mümkün mü?
“Aşk, dert demek, acı demek, çile demek, zahmet eziyet demek, fenafil olup kilitlenmek… vb” diyor aşkın felsefesini ve tanımını yapanlar.
Aşkın felsefesini yapan bir beliğ insan aşkı en iyi anlatacak olsa ne yazar? Anlatım tekniklerinin ve belagatın bütün inceliklerini kullanıp anlatsa acaba anlaşılabilir mi?
Aşkı yaşamamış, tecrübesi olmayan birisinde nasıl bir tesir uyandırır?
Aşkı gerçekten aşık tanımını yapsa muhatap için yine aynı hissiyatı uyandırabilir mi?
Mevlânâ’nın deyimiyle“ senin ne anlattığın karşıdakinin anlattığı kadardır.”
Şu sıra elime “Aşkın Göz Yaşları” (Aşkın Gözyaşları”, Sinan Yağmur, Karatay Akademi Yayınları I, II, Konya 2011) diye iki kitap geçti elime… Kızım okumuş hararetle tavsiye etti.
Biri Şems-i Tebrizi, diğeri Mevlana Celaleddin-i Rumi üzerine…
Biyografik roman tarzı yazılmış. Çok baskı yapan bestseller listesinde.
Aşkı anlayıp ve aşkı yaşayanın derdinden memnun aşıklara hayranım.
Nasıl bir hâldi merak ederim uzun zamandır.
Aşka dair, tasavvuf ehline dair birkaç kitap okudum. Teorik tanımı öğrenmek yeter mi? Yetmez. Ve yetmedi ve kesmedi.
Başka bir alternatif yol bulmam lazım.
Aşkı anlamak için aşkın tarifinden başlamak isabetli bir yöntem olmasa gerek.
O halde ne yapmak lazım?
Aşık olmaya layık olduğunu anlamak, hissetmek, anlamak nasıl bir şey ola acaba?
İşte o yola ve yönteme marifet yolu deniliyormuş. Yani maşuku bilmek…
O’nu bilmenin adı Marifetullah…
Bediüzzaman Mektubatında 20. Mektubun girişinde bu süreci;
İman-ı Billah!...Marifetullah!..Muhabbetullah!..ve Lezzet-i ruhaniye olarak ders veriyor.
Lezzet-i ruhaniyenin nihai hedefi “Rü’yet-i Cemal” noktasıdır.
İşte gerçek aşıkların kilitlendiği hedef “gözümde ne cennet sevdası ne cehennem korkusu…”diyen Said Nursi, “Cennet dediğin üç beş huri ver isteyene anı, bana seni gerek seni” diyen Yunus Emre’nin ne demek istediği olsa gerek.
Marifetullah köprüsünden, merdiveninden muhabbetullah katına çıkmak.
Esma ül Hüsna tecellilerini görmek. Fark etmek. Farkındalık şuuru kazanmak. Ayineyi tanımak. Rububiyeti, Uluhiyeti ve O’na muhatap liyakatini kazanmış Resulünü tanımak, anlamak.
Nur-u Muhammedi (asm), yer ve göklerin nurunun şuurunda olmak.
Yine işin teorisinden öteye geçemedik biliyor musunuz?
Konu aşktan açıldı. Akıl ve mantık silsilesi ile ikna olmaya çalıştık.
Aşk süreci ikna ile başlayan bir süreç olmadığını zannediyorum.
Bir O’ vardır o kadar.
Bir O’ var bir de O’ na aşık ben.
O’nun için yok olduğumda var olabileceğim. Var olduğumda benim yok olduğum ve en tehlikelisi O’nun varlığının farkında olamamak gibi dehşet bir yokluk.
“Vücudunda ademi, ademinde vücudu” sırrını anlamak.
Yazının sonuna geldik ama yine beceremedim ne anlamayı ne de anlatabilmeyi. Akıl girdi gene işin içine. Kalbimin önüne perde oldu sanki.
Ehl-i kalp tasavvuf ehli diyorlar ki, akıl uçağın kalkış takımlarının rolüne benzer bir rolü vardır.
Uçak pistte hızlanıp “take off” noktasında havanlınca iniş takımları denilen tekerleri toplar içeri alır.
İşte akıl da Marifetullah yolunda akıl ve zihin süreçlerini işletip iniş takımlarını toplayıp maşuka kilitlenmesi lazım.
Artık muhakeme mantık sürecini aşıp rabıta hâli başlar.
Kesintisiz intisap ve irtibat. Her saniye zikir ve tahattur hâlini yaşamak
Artık “Sen varsın her şey var” bütün lâtifeleri kuşatmış olma hâli.
Aşkı anlamak istediğimi anlatmak istedim. Ama yine de anlatmak istediğim hissiyatımı anlatamadığımı anladım diyebilirim. Nasip ve hâl meselesi olsa gerek. Bakalım ne zaman nasip olacak?