Bu yazıya başlıyorum çünkü her başlamayı bir dua biliyorum. Çünkü, aczimizin ışık görmemiş incileri ancak başlayınca dökülür avuçlarımıza. Fakrımızın okşanmaya aç şalı ancak bir işe başladığımızda serince sarılır boynumuza. Nihayetsiz acizin nihayetsiz kudret sahibi karşısındaki hali n'ola ki duadan gayrı? Hadsiz fakirin sonsuz rahmet sahibi huzurundaki hali n'ola ki yakarmaktan öte? Başlamanın başucunda "O'nun adıyla" teslimiyet saklıdır her daim. Demek ki, her başlamanın ayakucunda kendi adıma var olma zannının, başına buyruk yaşama hevesinin ezilmiş cesedi yatmakta.
Bu yazının ikinci paragrafına da başlıyorum çünkü bir dua makbuliyetinin, bir çağrı kabullenmişliğinin sonsuz yumuşak yağmurunu hissediyorum dimağımda, damağımda. Gökçekimine tutulmuş gibi parmaklarım. Parmak uçlarım ile tuşlar arasındaki ilişki, şimdi Beylerbeyi'nde seyrettiğim martılar ve boğaz suları arasındaki ilişkinin aynısı. Onlar denizin kıpırtıları arasında rızık ararken, ben zihnimin kıyılarına vuran anlamları kelimelerin gagasına asmak istiyorum. Onlar da ben de duadayım. Gerçeği gerçek olarak görmek de rızık. Gerçeğin rızkını ona tâbi olarak yudumluyoruz. Yanlışı yanlış bilmek de rızık. Yanlışı yanlış bilmenin ekmeğini tuzunu ondan sakınmakla yiyip içiyoruz.
Bu yazının üçüncü paragrafına da başlayabiliyorsam, "nefesimize dolanmış arsız çığlıkları" susturma çağrısının ardı sıra yürümeye çabaladığımdandır. Yine alışverişimizi her an O'nunla yaptığımızı hatırlatan "aldığımız her nefesten helâllik dile"me inceliğinin ipinde yürümeye çalışıyorum hece hece.
İşte bir paragraf daha başladı. Yeni cümleler, belki yeni kelimeler.. Okuyucumun bu satırlara verdiği göz nurunu hak edecek hakikat kevserini doldurmaya çalışıyorum kelimelerin kâsesine. Harfler üzerinden iniyoruz kalplere. Arsız çığlıkları kelimelerin kalbine yüklenmiş hikmetlerin derin sükûnetine sarıyoruz. O yüzden, sevgili okuyucu, işte o yüzden benim tuhaf sızılarım var, garip sancılarım var, acayip acılarım var. Bir lügatin tozlu sayfalarında unutulmuş kelimelere acıyorum ben. Sıcacık bir dudağa değmeyeli yıllar olmuş şiirler için ağlıyorum ben. İlk söyleyeninden bu yana heyecanlı bir nefese dolanmamış sözler için üzülüyorum ben.
Bir düşün hele. Nice kutlu damaklardan süzüle süzüle gelmiş bir söz olsan sen, sonra bir kenara bırakılsan. Seni seslendirenler geri kafalı sayılsa, seslendikleri de boş boş baksa. Bir toplumu heyecanlandıran, iki yabancıyı birbirine bir anda aşina eden bir şiir olsan sen, ama gözden düşmüş, dilden sürülmüş olsan. N'edersin?
İşte son paragraf: Bak ki nereye geldik. Otur şöyle yanıbaşıma, gel dinlen aklımın başköşesinde diyebildiğin bir sözün var mı senin? İçinin loş kuytularından akıl terini döke döke çektiğin, toprak testiyi serince doldurup dudakların çatlağını onaran bir kelimen var mı senin?
"Ah minel aşk!" dediğiydi şairin. "Ah ki aşktan çektiğim" dediğiydi. Bak ki n'oldu "Ah!"lara. Aşklar gibi "Ah!"lar da sığ telaşların, boş sevdaların başını bekler oldu. "Ah!"a değmeyen sığ dertlere harcanıyor "Ah!"lar, ah! Ümit vermeyen sevdaların ardına savruluyor "Ah!"lar, ah!
"Ah minel Ah!"
Ah ki Ah'tan çektiğim!
"Ah ki ilel Ah!"
Ah ki Ah'a çektirdiğim.