Resulullah'ın yol arkadaşı sahabilerden aldıkları dersle Kur’ânî ve nebevî mirası sonraki nesillere ve asırlara taşıyan Tâbiîn’in en büyüklerinden biri, Hasan-ı Basrî’dir.
Bu güzide ismin babasının Zeyd b. Sâbit’in veya Enes b. Mâlik’in, annesinin ise Ümmü Seleme validemizin hizmetinde bulunmuş isimler olması, ayrıca kıymet taşır. Kur’ân’a olan hizmetiyle Resûlullah’ın övgüsüne mazhar olmuş âlim sahabilerden olarak Zeyd’in veya gençliğinin on senesi Resûlullah’ın hizmetinde geçmiş Enes’in yanında bulunmuş bir baba; Efendimiz aleyhissalâtu vesselamın eşleri içinde dirayetiyle temayüz etmiş Ümmü Seleme validemizin yanında bulunmuş bir anne… Böyle bir çevrede büyümüş biridir Hasan-ı Basrî. Çocukluğunu bu şartlarda yaşamış olduğu gibi, ilerleyen zaman diliminde kaynakların belirttiğine göre yüzyirmi sahabi ile bizzat görüşüp kendilerinden ders alma imkânı bulmuştur—ki onlardan yetmişi Bedir ashabından, yani bizatihi Resûlullah aleyhissalâtu vesselamın hadislerinin işaret ettiği üzere sahabilerin en faziletlilerindendir.
Resûlullah’tan gördüklerini ve öğrendiklerini güzel bir şekilde sonraki nesle aktaran sahabilerden aldığını aynı güzellikle yaşamanın ve aktarmanın timsali olmuş işte o Hasan-ı Basrî’nin bir sözünü kendime ve dostlarıma hatırlatıp duruyorum şimdilerde..
Geçmişten ya eksik şekilde okuduğum veya duyduğum için yahut hâfızamda kısmen eksik ve kısmen yanlış şekilde kaldığı için, tam ve doğru halini, yakın zaman içinde okuyup öğrenmişken bir daha silinmemek üzere zihnime yerleştirme gayretindeyim zira.
Diğer taraftan, bu sözü kendime ve dostlarıma hatırlatıyorum; çünkü bu söz, içinde yaşadığımız zamanda mü’minlerin dünyayla imtihanları için de çok şey söylüyor. Kıymetini bilirsek, biz bugünün mü’minleri için uyarıcı ve uyandırıcı bir rehber niteliğinde bu söz…
Tâbiîn’in ardından gelen tebe-i tâbiîn, yani sahabileri görememiş olup sahabileri gören Tâbiîn’e yetişenlere, onların en büyüklerinden biri olarak Hasan-ı Basrî dermiş ki:
“Yetmiş Bedir gazisine yetiştim... Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlâkın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi görselerdi bunların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi.”
Halbuki benim hâfızamda nedense “Siz onları görseydiniz deli sanırdınız, onlar sizi görseler deli derlerdi” diye kalmış bir sözdü bu. Doğru okuduğum halde hâfızamdan zamanla eksilmiş muhtemelen. Yahut, belki böyle duyduğumdan, böyle aktarıldığından… Ama bu ikinci durum vâki olsa bile, benim sorumluluğum ortada duruyor. Duyduğunu tahkik etmek, sadırdan aktarılanı satırdan teyid etmek, tahkikin hakkını vermek düşerdi vazife olarak bize.
Maamafih, o yarı eksik yarı ilaveli haliyle de, sözün bir söylediği vardı elbette. Sahâbeden tebe-i tâbiîn’e, sadece üç kuşaklık bir zaman diliminde oluşan bu fark, yanlış anlaşılmasın, elbette tebe-i tâbiîn’in yoldan çıkmışlığını anlatmıyor; sahabilerin içinde olduğu o yüksek ahlâk ve idrak düzeyine göre, ne kadar geride kalındığını açıklıyor.
Ama sözün tam hali, bundan çok daha fazlasını söylüyor bize. “Siz onları görseydiniz, deli sanırdınız,” çünkü sizin akla yüklediğiniz anlam ve işlev açısından baktığınızda onların dünyaya, hayata dair tutumlarına ve duruşlarına akıl sır erdiremezdiniz. “Bu dünyada gurbetteki biri veya bir yolcu gibi ol!” uyarısını Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan işitmiş, onun “Ben bu dünyaya ne yapayım? Benim ile bu dünyanın misali, yolcu ve altında konakladığı ağaç misalidir” sözünün hakikatiyle nasıl yaşadığını gözleriyle görmüş, asıl olanın ahiret yurdu olduğunun idrakiyle bu dünyayı ahiret için bir tarla bilmiş sahabilerin iş tutuşları… Allah’ın herşeyi işiten Semî’, herşeyi gören Basîr, herşeyi bilen Alîm, herşeyden haberdar Habîr ve herşeye nüfuz edip kalplerin en gizli hatıratını dahi bilen Latîf bir Rab olduğunun, nerede olursak olalım O’nun bizimle beraber olduğunun ve her hal ve şartta O’nun huzurunda olduğumuzun idrakiyle yaşamış insanlar olarak bu dünyaya nereden baktıkları ve bu dünyayla nasıl bir bağ kurdukları… Dünyalılar ve dünyalıklarla Hesap Gününü hiç unutmadan, zerre miskal iyilik gibi zerre miskal kötülüğün de karşılıksız kalmayacağını bilerek nasıl bir münasebet içinde oldukları… Rablerinin rızasına kavuşmanın azmiyle birlikte, O’nun rızasından mahrumiyet sonucunu doğuracak bir fiil üzere olmamanın derin endişesi…
Hasan-ı Basrî, sahabiler içinde en faziletlileri olarak tanıdığı Bedir ashâbından yetmiş sahabi için; bütün dünya doğusu ve batısı, kuzeyi ve güneyiyle İslâm’ın karşısında iken Medine’de bir avuç Müslüman olarak sapasağlam durabilmiş o insanlar için, Kızıldeniz’in yarılıp yol olması gibi apaçık bir mucizenin hemen ardından kendilerine cihad emri geldiğinde “Ey Musa! Git, sen ve Rabbin savaşın!” diyen Benî İsrail’e mukabil, bütün oklar, kılıçlar ve mızraklar kendilerine yönelmişken biz asla öyle demeyiz deyip, denizlerin suyu bitene, kalemlerin mürekkebi kuruyana kadar kendisini terketmeyeceklerine yemin etmiş o güzide sahabiler için, böyle diyordu işte: “Yetmiş Bedir gazisine yetiştim... Siz onları görseydiniz deli sanırdınız.”
Ya onlar, görseler onları böyle sanacak olanları görse ne sanır ve ne düşünürlerdi?
Sözün devamında, bunun da cevabını veriyordu Hasan-ı Basrî. Onun görüşüne göre, Bedir ashabı o sahabiler, tebe-i tâbiînden insanları iki grup halinde görürlerdi: iyileriniz, kötüleriniz. Lâkin güzel ahlâkın bütün unsurlarını şahsında buluşturan Resûlullah aleyhissalâtu vesselamdan aldıkları dersle kendilerinin taşıdığı celâlî ve cemalî bütün tezahürleriyle ahlâkın en güzeline kavuşma gayretine karşılık, o iyilerin güzel ahlâkın bazı veçheleriyle veya bazı dereceleri ile yetindiklerini görüp, o bütünlüğün ihmaline veya yitimine bakarak, “artık ahlâkın kalmadığına hükmederlerdi.”
Ve sözün en vurucu kısmı: “Kötülerinizi görseler, bunların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi.”
Günlerdir, haftalardır Hasan-ı Basrî’nin sözü yankılanıp duruyor zihnimde: “Yetmiş Bedir gazisine yetiştim. Siz onları görseydiniz deli sanırdınız; onlar da sizin iyilerinizi görselerdi artık ahlâkın kalmadığına hükmeder, kötülerinizi görselerdi bunların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi.”
Ve sözün özellikle son kısmı, zihnimden hiç çıkmıyor: “…kötülerinizi görselerdi bunların hesap gününe bile inanmadıklarını söylerlerdi.”
Peki, biz ne durumdayız bu bakımdan?
Sadece sahabiler değil, tâbiîn, tebe-i tâbiîn, etbau tebe-i tâbiîn, hepsi de gelseler ve bizi görseler, bizim için “Bunlar gerçekten Hesap Gününe inanıyor” diyebilirler mi? Yoksa, yaptıklarımıza baksalar, yaşayışımıza baksalar, emellerimize ve korkularımıza baksalar, umduklarımızı ve sakındıklarımızı görseler, dert edindiklerimizi ve edinmediklerimizi görseler, Hesap Gününe inandığımızdan emin mi olurlar, yoksa kuşkuya mı düşerler? Söz, iş ve eylemlerimizde Hesap Gününe iman ettiğimizin ne kadar işareti, ne derece parıltısı, ne miktarda izi var sahi?
Hesap Gününün idrakinde olarak, o gün “Rabbin senden, sen Rabbinden razı olarak Bana dön, kullarım arasına katıl ve cennetime gir!” diye davet edilenlerden olmanın derdiyle mi hemhal olduğumuz anlaşılır halimizden; yoksa O’nun rızasını tahsilin yerine başka ve dünyalık rızaları mı yerleştirdiğimiz? Şunun yakını olmak, şununla aynı fotoğraf karesinde görünmek, şununla aynı masada bulunmak, şununla insta’da takipleşmek, şunun amcasının yeğeninin gelininin arkadaşıyla tanış olmak üzerinden başka türlü rızaların tahsiline çalışıyor değil mi zihinlerimiz?
Yahut, zerre-miskal hayrın da, zerre-miskal şerrin de görüleceği ve karşılıksız kalmayacağı o büyük güne üstümüzde zerre miskal haksızlık bulaşmamış halde gitme hassasiyeti ne kadar gözüküyor halimizde, ef’âlimizde?
Arabada, evde, tatilde, halıda, havluda, kağıt mendilde, peynirde, turşuda, her ne şeyde olursa olsun, bizi şu dünyada başkalarından daha yukarıda hissettireni elde etme, onunla olma ve onunla görünme derdinde iken, ne derece ahiretin, Hesap Gününün derdine düşmüş halde gözüküyoruz?
Hele bir de bütün bunlara ulaşabilmek için hak yiyebilen, hukuk çiğneyebilen, dirsek atabilen ve omuza basabilen indirgenmiş dindarlıklar ile, görene gerçekten “Bu insan ahirete inanıyor. Bu insan Hesap Gününü biliyor ve bu bilginin gerektirdiği sorumluluk şuuruyla yaşıyor” diye düşündürür durumda mıyız?
Yoksa, havf ve reca ortasında yaşamaktan çoktan vazgeçip, bize de defter sağdan verilmeyecekse kime verilecek ki ucbuna mı düştü bazılarımız?
Yahut bu dünyada söylemi ile eylemi, inancı ile davranışı arasındaki çelişkiyi bertaraf etmek adına ürettiği, ikna edici de gözüken manipülatif izahların o gün de işe yarayacağını umanlar mı var aramızda?
Gerçek şu ki, her gün, ama her gün kendimizle başbaşa kalıp gerçekten ölüm var, hesap var, Allah Semî’ ve Basîr, Allah Latîf ve Habîr diye nefsimize hatırlatıyor olsak, yaşadığımız hayat bu olmayacak.
Yaşadığımız hayatın bu oluşu ise, bütün bu gerçeklerin hayatımızda olması gereken yerde, tam ortada değil, ancak uzaklarda bir fon müziği mesabesinde izi ve eseri olduğunu gösteriyor…
Ölüm var ama… Hesap da var.
Unutmayana deli denmez…
Unutana yahut mucebince amel eylemeyene akıllı denmez…