Ahirzaman sığınağı -1

Mustafa H.KURT

Batılı bir tarihçi, insanlığın son yüzyıldaki ‘atılımına’ ait baş döndürücü hızı; "İnsanlık, bilim ve teknikte 19. yüzyıla kadar ulaşabildiği seviyeden çok daha fazlasına, son bir yüzyılda ulaşmıştır" diye özetler. Bilimin 'yığılan ve yığılarak artan' bir birikim olduğunu göz önüne aldığımızda, bu sözün, binlerce yıldır ‘yığılan bir birikimin’ kaçınılmaz sonuçlarından birini ifade ettiğini söyleyebiliriz pekâla. 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yaşanan gelişmeler ise, sanırım o ana dek ulaşılmış olan seviyeyi dahi bir kaç misliyle katlamış durumdadırlar.

Bilim dünyasında atılan hızlı adımlarla; dünyanın düz olup olmadığı, ayda yaşam olup olmadığı ve hatta evrenin bir başlangıcının olup olmadığı gibi, bir zamanların büyük merak ve tartışma konusu olmuş pek çok meselesi dahi, bugün "mesele" olmaktan çıkmış durumda... Konunun popüler tarifi, Jules Verne hikayeleriyle kendisini pek de çarpıcı bir şekilde ifade ediyor: “Ay'a Yolculuk” veya “Seksen Günde Devr-i Âlem” vs. gibi devrinin ilgi çekici "deli saçmalıkları", yayınlandıkları dönemde birer bilim-kurgusal ütopya olarak görülmüşlerdi. Ancak, hepimizin bildiği gibi bu hikayeler; insanlık ömrünün henüz bir dakikası bile geçmeden, inkarına veya imkansızlığına 'küçük bir çocuğun bile' inanamayacağı gayet olağan yolculuklar haline dönüşeceklerdir.

Buradaki, 'küçük bir çocuğun bile' benzetmesine, özellikle dikkat çekmek istiyorum. Zira birçok konuda olduğu gibi, devirler arası farklılıkları ifade üzerine yapılan kıyaslamalarda da, çocukların, akla ilk gelen makbul örneklerden olduklarını düşünüyorum. Çocukların henüz oluşmakta olan bilinçlerinin ve kişiliklerinin, zamanın 'katkısı' cihetiyle yetişkinlerinkinden daha geride -ya da diğer bir ifadeyle daha temiz- olmaları, bunun en önemli sebeplerinden olsa gerek. Bunun diğer bir sebebini de, özlerinde mevcut olan saflıktan dolayı çocukların; uygarlığın halihazırdaki seviyesine karşı tarafsız, yorumsuz ve kimi zaman da ibretlik tepkiler göstermelerinde aramak gerekiyor belki.

Nitekim yüzyıl kadar önce bir trendeki bir kaç yolcu arasında, -devrin ‘moda’ ideolojilerinden olan Türkçülüğün kamuoyu gündemini etkilemesinin de etkisiyle- kalkınmada dinî mi yoksa millî düsturların mı daha etkili olabileceğini konu alan bir sohbette, yine bir çocuktan örnek verilir. O yolculardan birisi olan Bediüzzaman Hz., sahih dinin, hayatın her alanında insana fayda sağlayıcı yanına dikkat çekerek; tercih edilmesi gereken bir kalkınma modelinde dinî değil de, ırk temelli millî duyguları referans almakla, hayatın o bütün alanları için yetersiz ve olumsuz neticelere sebep olunacağını anlatmak için örneklendirme metoduna başvurur. Ve bunun için de Bediüzzaman Hz., sohbetin o anında, tam da o sırada dışarıdan, yoğun duman ve gürültüyle tünelden çıkmakta olan trenlerine bakan altı yaşlarında bir çocuğu örnek göstererek der ki:

"Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve Herkül-ü Yunanî, o acîb kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek o çocuğun yerinde burada bulunduklarını farzediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı için, elbette, şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir îtikadları olmayacak. Birden bu tünel deliğinden başında ateş ve nefesi gök gürültüsü gibi, gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar; o harika cesaretleriyle bin metreden fazla kaçacaklar."

Devamında ise bu durumun sebebi olarak: "o iki kahramanı gayet korkutan ve vicdanlarını vehme esir eden, \'onların, onun kumandanını bilmemek ve intizamına inanmamak\' olan cahilane îtikadsızlıklarıdır." (1) diyen Bediüzzaman Hz.; trenin, dağı delip geçen, gözleri şimşekli, başı dumanlı, gök gürültüsüne benzer çığlığıyla hızla ilerleyen ve müthiş bir cisme, pek değişik bir şekle sahip bir 'canavar' olmadığını bilen o çocuğun durumuna dikkat çeker. Zira o çocuk, o zamanın bir evladıdır. Yani çocuğun, o nesnenin bir idare ve kumanda altında bulunan intizamlı bir tren olduğuna dair itikadını sağlayan; ve kendisini o iki kahramanın bile çok korkacağı bir nesneden çekindirmeyen sebep: devrin hazır bilgisiyle büyümüş olmasıdır...

Ancak, o iki kahramanı; o trenin bir intizam ve idare altındaki bir makineden ibaret olduğuna dair bilgisizliklerinden ve itikatsızlıklarından dolayı düştükleri o aciz durumdan, ne İranlılık, ne de Yunanlılık kurtaramamıştır. Ve elbette ki, o çocuğu da o acizliği yaşamaktan, sahip olduğu ırkî mensubiyet değil de; karşılaştığı böylesi bir ‘canavarın’ dahi bir nizam ve idareye tabi olduğuna dair inancı ve yakîni kurtarabilmiştir. Tıpkı memleketi, hatta dünyayı kurtarmayı gaye edinenlerimiz için; karşılaşılacak her hadisat ve ‘canavar’ karşısında bu örnekteki Rüstem ve Herkül misali insanı rezil olmaktan kurtaracak ve üstelik gerçek kalkınmaya da sevk edecek düsturların ‘milliyetçilikteki kemalatımızda’ değil de, ancak ve ancak yakînimizi düzeltecek olan esasât-ı Kur’âniye’de bulunuyor olması gibi… Demek oluyor ki, kalkınmada hamiyet-i milliye değil, hamiyet-i diniye evlâdır ya, ne ise...

Kalkınmada ve eşya ile hadisatı değerlendirmede pehlivanlığı, nesebi vs.yi değil de; yakîni kendimize me’haz ve kaynak edinmemiz gerektiğine dair Üstad Hz.nin verdiği örneği hemen hepimiz, kendi dünyamızda tecrübe etmişizdir aslında. Örneğin, bir müddet önce gazetelerde kendisine haklı olarak yer bulan bir haberde: Güney Amerika'da, Amazonlar içlerinde dış dünyadan tamamen habersiz bir halde yaşayan bir kabileden bahsediliyordu. 10 bin yıl öncesini yaşıyorlardı bu insanlar ve kafasında hızla dönen pervanesiyle üzerlerinde uçan korkunç gürültülü, dev, demir bir "yaratığa" karşı ok atmaya çalışırlarken görüntülenmişlerdi.

Oysa birkaç gün kadar önce başka bir çocuğun, beş yaşındaki kızımın; evimizin üzerinden geçmekte olan bir helikoptere el salladığını gördüm!...
* *

"Çocukların bile" trenden, helikopterden vs. korkmadığı bu asırda bir yandan Mars'a araç gönderip, orada kurulabilecek bir yaşam merkezinin araştırmalarına başlayan uygarlığımız; diğer yandan pek çok teknolojik harikayla süslenmiş bir yaşamı da, "imkanımıza sundu". Sözgelimi, cebimize girip bizimle her yere gelebilen ve ses, yazı, görüntü vs. aktarabilen 'ceplerimiz'; ya da birkaç tuşla inanılmaz hesaplamalar ve işlemler yapan 'bilgi(yi)sayarlarımız'; bir kaç saatte kıtalar aşabilen 'hızlı binekler'; internet; hızlı ve konforlu arabalar; ilerlemiş tıp; ulaşılabilen gıda-ürün çeşitliliği; eğitim olanakları ve daha niceleri; bu uygarlık bahçesinden yaşamımızın her alanında bizlere sunulan ve bu günümüzü süsleyen hediye güller olmuşlardır adeta.

Böylesi imkanlar sunan bu uygarlığın, yaşantımızı kolaylaştıran bir etkiye sahip olduğu şüphesiz meydandadır...  Ancak, insanlık bu kez geçmişine kıyasla bilimde gelişmekle kalmamış; bunun yanında öncelikleriyle ve yaşantısıyla da çok daha fazla ve köklü bir şekilde "değişmiştir". Öyle ki; bilimde ve teknolojide yaşanan baş döndürücü gelişmeler, özel ve sosyal hayata yaptıkları zorunlu müdahaleleri itibarıyla insana ait binlerce yıllık alışkanlıkları, hatta yaşam tarzlarını değiştirecek düzeyde etkili olmuşlardır.

‘Düşünen kimseleri’ acı acı düşündüren konularındandır ki, "Aydınlanma" ve "Uzay" çağlarının sonucunda ulaşılan seviyenin sahip olduğu bambaşka yönleri de bulunmakta. Sunduğu tüm güllerine rağmen uygarlığımızın ulaştığı bu nokta; ev hayvanlarının kuşaktan kuşağa hep evde kalmalarıyla fıtratlarından uzaklaşmaları gibi, çoğu insanı kendi kendisinden uzaklaştırmakta ne yazık ki.. O bahçeden sunulan bir güle bedel, yüzlerce diken "modern" insanı kuşatmış durumda maalesef.

Örneğin, zamanımızda doğan her insanın kendisini içinde bulduğu bu devrin hayat tarzı, getirdiği "maddeci bir bencillik" telkiniyle, artık kişilik âidiyetlerinin oluşumunda neredeyse birincil derecede bir etkiye sahip durumdadır.

Kaynağını sorgulamadan özendirilen tüketim, biricik hedef olarak gösterilen -neye ve kime rağmen olursa olsun- maddî ilerleme, adeta kutsanan başarı ve bütün bunların da gerektirdiği bireysellik... Tüm bunlar, günümüzün hakim uygarlığını oluşturan temel dinamikler ve anlayışlar tarafından dayatılan bu hayat tarzının olmazsa olmazlarıdır; hatta olmadıkları takdirde bizim de olmamamızı arzulayan o anlayışların kutsallarından, sadece bir kaçıdır!...

Ne var ki, bütün bu dayatmalar içerisinde kalbimize acı veren sebepler listesinin belki de en başında; insanın, farkına varmasa da -ve kimi zaman kırda da yaşasa- "şehirleşmesi" bulunmaktadır!.

Aslında çocukluğumuzdan itibaren; sanayi bölgelerine, düzenli bir işe, kurallı ve daha rahat(!) bir hayata kavuşmanın yoludur, şeklindeydi kent hayatı hakkındaki ezberlerimiz... "Köylülük" bir aşağılama tabiri olarak yerleşmişken bilinçaltımıza; toplumun "medenîleşmesinin" de kısa yolu: Şehirleşmektir, sanıldı hep.. Ancak, asrımızın kendine has mantığıyla getirdiği bu düşüncelerin yanında, asrımızdaki şehirleşmenin tarih boyunca görülen şehirleşmelerden çok daha farklı olduğunu da bir türlü göremiyorduk.

Çünkü şehirler o eski şehirler değillerdi artık.
Çünkü, modern anlamdaki Burjuva sınıfının yükselmesine imkan tanıyan yapısıyla ortaya çıkan, Kapitalizmin "açık serbest bölgeleri" haline dönüşüp, git gide şeklen de birbirine benzeşen günümüz kentleri; insanı da görmek istediği sadece iki tipe indirgemek istemekteydi: Üretici ya da Tüketici!. -Ki elinde olsa, sadece tüketiciye dönüştürmek isteyeceğine dair kuvvetli deliller ve şüphelere de sahibim-.
Ve bu 'çünkü'lerin sayısını arttırmak da, maalesef mümkündü çünkü!...
Ama ne yazık ki, insana biçilen bu üretici ve -pektabi ki- tüketici gibi rollerin gerektirdiği yaşam tarzında, ne o eski kentlerdeki gibi tabiatla, yaşamla, hatta ölümle iç içe girmiş bir yaşantı vardır; ne de ( o 'iç içeliksizlikten' ötürü) yaşamı da, ölümü de içinde barındıran tabiat üzerine gözlem ve düşünme gibi "lüzumsuz" faaliyetler bulunmaktadır!...
* *

Şehirleşmenin acı veren taraflarından en önemlisi budur işte: Tabiattan kopuk, tabiattan uzak, tabiatı anlamadan yaşamak ve tabiatın varoluşunun en önemli gayelerinden birisini boşa çıkararak yaşamak!.(2) Çünkü insan, bu anlamıyla tabiattan -veya daha doğrusu- tabiatta olan bitenden- habersiz yaşam şekliyle, bu uygarlığın telkin ettiği tipte bir tüketiciye dönüşebilirdi ancak...

Ve şehirler, ancak tabiattaki "sanat eserlerinden" uzak kurulumlarıyla ve bu eserlerin meydana gelişinde-işleyişinde var olan düzene farkındalıktan yoksun kalındığı takdirde bugünkü hallerine gelebilirlerdi ki, öyle de oldu!..
Şu dizelerde kendisinden yakınılan, tam da şehirlerin o tehlikesi değil mi acaba?:

Şehirlerin Dışından
Kalk, arkadaş, gidelim
Dereler yoldaşımız,
Dağlar omuzdaşımız.
Dünyayı seyredelim,
Şehirlerin dışından.
Esmerden, sarışından,
Kaçalım, kurtulalım
Haydi yürü, bulalım,
Kat kat çıkmış evlerin,
O cam gözlü devlerin
Gizlediği alemi
(N.F.KISAKÜREK)

Diğer türlü, tabiatta göremeyeceğimiz israfı bu kadar kolay kabullenemezdik!.
"Sen çalış, ben yiyeyim" anlayışı sarmazdı toplumları, eğer karıncaların veya kuşların verdiği derslere katılabilseydik!. Tabiatla bağımızda "piknikçiliği" aşabilseydik; ve inceleyebilseydik 'basit' bir çiçeği, rüzgarı, güneşi veya ara sıra bir dağ başına çıkarak hemen görebileceğimiz ahengi; bunalım ve cinnet toplumlarına üyelik yapıyor olmazdı insanlar.

Kırlarla iç içe kurulmuş olacak şehirlerimizde, her bahar mevsiminde tabiatın toplu bir şekilde "yeniden dirilişine" şahitlik yapabilseydik; varoluşa dair nice nice sorgulamalara yönelmiş olacaktık, hem de daha çocukluk çağlarımızdan itibaren... Ahirzaman çocuklarının, "etraflarında onları kucaklayan, sarıp sarmalayan yemyeşil bir çevre yok ne yazık ki. Bir domatesin büyüyüşüne şahit olamıyor çocuklar. Toprağa ekilen bir fidanın günden güne nasıl büyüyüp olgunlaştığını göremiyorlar hiç. Ya da bir ağacın dallarına kurulan birinci sınıf bir salıncakta, saçlarını rüzgârlarla buluşturmamışlar hiç. Belediyedeki iyi amcalarının onlar için kurdukları demir yığını parklarda kımıldanarak ve devinerek yaşıyorlar çocukluklarını" (3) derken Yazar; hüzünlü bir tınıyla, bu nesillerin ileriki yaşlarında düçâr olacakları o "farkındasızlık" melanetine yakalanmalarının bazı sebeplerine de değinmiyor mu haklı olarak?

Evet, tabiatın farkında olmak çok önemlidir. Zira tabiatın varoluş gayelerinin belki de en başında; kendisinde yazılan tüm satırları okutarak, insana düşünme yeteneğini kullandırmak isteyen bir büyük kâinat kitabı, "Kitab-ı Kebîr-i Kâinat" olduğunu anlatabilmek; hatta haykırabilmek bulunuyor.

Çok önemlidir tabiat. Çünkü daha genel bir ifadeyle; kainatta hikmetle, düzenle, sanatla, estetikle dolu her bir "sanat eseri", aslında kendilerindeki hikmeti okuyabilmemiz için yazılmış birer mektuptur ve hayatın anlamını açıklayan bir kitabın veciz birer satırıdır. Bundan dolayıdır ki, başka bir "Büyük Kitap" olan Yüce Kur'ân da; özellikle tabiattan birçok örnekler getirerek insanları sürekli bunlar üzerine düşünmeye, akletmeye davet etmekte. O ilâhî mesaj, görmekte olduğumuz hemen her türlü canlı-cansız varlığın, aslında felsefenin ve modern çağların bir türlü cevaplayamadığı varoluşla ilgili büyük sorulara, sanatlı birer cevap olduklarını da bize fısıldamakta...
(Devam edecek)

NOT: Alem-i İslam’ın, dost ve tanıdıkların mübarek Kurban Bayramlarını tebrik ediyor; bu mübarek günlerin nice nice hayırlara vesile kılınmalarını Cenâb-ı Hakk’tan niyaz ediyorum.

Kaynakça:
1-B.Said NURSÎ,Tarihçe-i Hayatı,Envâr Neşr.,İst.1989,s.103.
2-Burada, 'tabiat' kelimesinin sıklıkla şahidi olduğumuz kasıtlı kullanımındaki "müessir" anlamına karşı gelişen haklı reflekse özellikle işaret etmek istiyorum. Kainat, mevcudat, mahlukat, hilkat, mâsiva, fıtrat gibi imanî hassasiyetlere uygun kelimelerin yerine bu kelimenin, o hassasiyetlere sahip insanların dilinde bile kendisine yer bulabilmesinde -o sayılan kelimelerin anlamlarını kasteden iyi niyetli kullanımı baş köşede tutarak-, günümüz insanının dünyasına hitap edebilme çabasının var olduğuna inanıyorum.
3-Ö.C.CAM, "Zaman ne çocukları", Karakalem Derg.,S10,İst.2008,s.78.

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.