“Modern hayat ile birlikte 'hayatın değişmeyen yönü' önemini kaybetti. Bu kayıp en ağır yenilgiyi yaşlıların dünyasında gerçekleştirdi. Dünün bilgisi önemsenmediğinde, yaşlıların dünya üzerinde tuttukları alan işgal gibi algılanmaya başlandı.”
Böyle söylüyor Fatma Barbarosoğlu İmaj ve Takva isimli kitabında. Modern zamanlarda ihtiyar olmanın, maziye nispeten daha zor olduğunu, çünkü ihtiyarlığı kıymetli kılan 'tecrübeye dayalı bilgi' türünden şeylerin artık 'önemsenmeyen' haline geldiğini belirtiyor.
Ahirzamanı birazcık soluklayıp da Barbarosoğlu’nun bu sözlerine hak vermemek elde değil. Hakikaten, her bilginin pek çabuk eskidiği ve yerlerine sürekli yenilerinin üretildiği bu devirde, malumatı yalnız eskiye dair olanların ayakta ve kıymetli kalabilmesi çok güç.
En nihayetinde gençlerden bulabildikleri karşılık, o da en iyi ihtimalle, 'küçümseyici bir şefkat' oluyor. Büyüklere hürmet diye işittiğimiz, bize bu isimle aktarılan meşhur gelenek veya edep veya ahlak veya davranış modeli, her geçen gün yaşadığımız yeni örnekleriyle görüyoruz ki; eskisi kadar geçer akçe değil.
Dikkat ediniz, saygı içeren bir şefkat de değil bu gösterilen. İçeriğinde küçümseyicilik var. Bir süreliğine katlanılması gereken bir yük olarak görüyor gençler artık yaşlıları. Zira yaşla gelen bilgelik hayatın çarklarında ezilip kaybolan, kıymet bulmayan bir içerik haline gelmiş. Bildikleri herşey çoktan eskimiş.
Teknoloji çok hızlı değişiyor. Bugün bizim hayatımızda olan çoğu şey, büyüklerimizin için yalnızca hayal olabilirdi. Bu nedenle yaşlılar gençlerin değil, gençler yaşlıların öğretmenleri oluyorlar çoğu zaman. Ceptelefonu, bilgisayar, internet, tablet, navigasyon hatta kredi kartı kullanımında bile artık gençler öğretmen, yaşlılar öğrenci. Bu yönüyle diyebiliriz ki: İnsanı çabuk eskiten zamanlar modern zamanlar. Ahirzamanın, imtihanını ağır kılan yönlerinden birisi de bu. Hızlı ve eskitici...
Aynı sebepten dolayı ihtiyarlar da ancak kuru bir 'acınmayı' alabiliyorlar gençlerden. Susup hayatın dışarısına çıkmaları bekleniyor onlardan. Konuşan, çok sık görüş bildiren ihtiyar makbul olmuyor. Ahirzaman bizi oraya doğru götürüyor. Belki sürüklüyor.
Bu yönüyle 'geriatri' isminde bir bilim dalının 20. yüzyılda ortaya çıkması da tesadüf değil. Geriatri nedir? Geriatri, Prof. Dr. Servet Arıoğul’un ifadesiyle; “65 yaş ve üstü hastaların sağlık sorunları, hastalıkları, sosyal ve fonksiyonel yaşamları, yaşam kaliteleri, koruyucu hekimlik uygulamaları ve toplum yaşlanması ile ilgilenen bilim dalı olup iç hastalıklarının bir yan dalıdır.” Ortaya çıktığı ilk zamanlarda yaşlıların sadece bedensel rahatsızlıklarını incelerken, şimdilerde psikolojik ve sosyal sorunlarını da masaya yatırmakta, onlara da uzun mesailer ayırmaktadır.
Dünya üzerinde ortaya çıkışı 1930-1940’ları bulsa da[1] yaygınlaşması ve sistemleşmesi 1980’lere dek sürer.[2] Türkiye’de de ilk geriatri bilim dalı ve ünitesi Cerrahpaşa’da 1980’lerde kurulur ancak.[3] Geriatrinin ülkemizde iyice yerleşmesi ve bilinmesi ise çok daha da sonradır:
“Türk Geriatri Vakfı, 16 Nisan 2001 tarih ve 24360 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan ilan ile kurulmuş ve aynı tarihte faaliyete geçmiştir.”[4] Yani ülkemizin geriatriye bir bilim dalı olarak sahip çıkışı Avrupa ülkelerine kıyasla daha sonraları olan birşeydir. Geriatrinin kurulmasındaki etkenlerden birisinin, ülkelerdeki yaş ortalamasının yükselmesi olduğu düşünülürse, Türkiye'nin bu noktada neden Avrupa’dan daha yavaş davrandığı belki anlaşılabilir. Zira ülkemizin yaş ortalaması, hepinizin de bildiği üzere, Avrupa'dan düşüktür. Ortalama ömür süresi, kısadır. Bunlar geriatriye duyulan ihtiyacı geciktiren öğeler olabilir.
Bütün bu bilgileri hafızanızın bir köşesinde tutmanızı istirham edeceğim. Şimdi, bunların ötesinde, bambaşka bir zaman dilimine götürmek istiyorum ben sizi: 1934 yılına...
1934 yılı, Türkiye’de bir âlimin; sürgünde, çeşitli sıkıntılar içinde ve dünyayla da haberleşmesi kesik bir âlimin, ihtiyarlık üzerine tek eserini telif ettiği tarihtir. 1878 doğumlu Bediüzzaman Said Nursî, İhtiyarlar Risalesi’ni, aynı zamanda kâtibi de olan öğrencilerine, o tarihte yazdırmaya başlar. Daha sonra da, 1944 yılı civarında, telif ettiği ilave metinlerle genişletir. Fakat acaba dünyanın ve Türkiye'nin çok daha başka, ateşli, heyecanlı meselelerle meşgul olduğu; hatta II. Dünya Savaşı’nın 'Geliyorum!' seslerinin işitildiği bir devirde, Bediüzzaman Hazretleri böyle bir eseri neden telif eder? Neden siyasî bir konuya veya dünya gündemine dair değil de, böylesi, pek de kıymeti bilinmeyen bir konuya yoğunlaşır?
Ben, bu noktaya dikkatle, Said Nursî Hazretlerinin, yeterince önemsenmemiş, ama takdir edilmesi gereken bir yönünün ortaya çıktığını düşünüyorum. Zira yine, diğer pek çok eserinde şahit olduğumuz gibi, harika bir öngörüyle geleceğin sorunlarına; yahut gelecekte iyice ortaya çıkacak, bilinecek bütün zamanların sorunlarına; Kur’an ışığında bakıp, Kur'anîreçeteler sunduğu kanaatindeyim.
Daha o zamanlar, az evvel alıntıladığımız bilgiler ışığında da şahit olduğumuz üzere, Avrupa’da yeni yeni teşekkül etmeye başlamış bir bilim dalının teolojik içerikli, ama psikolojik ve sosyolojik anlamda büyük yararlar da sağlayabilecek ilk çalışmasını, belki ilk metnini, Anadolu toprakları üzerinde telif etmiştir.
Belki ahirzaman diye isimlendirdiğimiz modern zamanların böylesi sıkıntılara gebe olduğunu; Barbarosoğlu’dan dersimizin başında alıntıladığımız metindeki gibi söylersek eğer; yaşlılığın dışlanacak bir hale geleceğini hissetmiştir.
Bir yandan ihtiyarlara nasihatler ederken, diğer taraftan gençlere de onların birer bereket vesilesi olduğunu, hayattan dışlanmalarının yanlış olduğunu aktaran böylesi bir eserin kıymeti, sanıyorum bu perspektiften okunursa daha iyi anlaşılır.
Bu arada, bitirirken şunu da sormadan edemiyorum: Geriatri üzerine çalışmalar yürütenlerin de, onlardan yıllar önce bu konunun teolojik, psikolojik ve sosyolojik taraflarına dair bir eser telif etmiş Bediüzzaman’ın metinlerini incelemeleri, ondan tecrübe almaları, araştırmalarında kullanmaları gerekmez midir?
Fakat ne ilginçtir ki, bu bilim dalına emek veren yerli akademisyenlerin bile belki, İhtiyarlar Risalesi’nden haberleri yoktur. Evet, Risaleler bu topraklarda yazılmış eserler olmalarına rağmen, hâlâ bu toprakların evlatları tarafından açtıkları çığırların fark edilmesini beklemektedirler.
Bu haftalığına biterken, geliniz, 1934 yılına gidelim ve İhtiyarlar Risalesi'nin ilk ricasını, yani ümidini, Bediüzzaman Hazretlerinden dinleyelim:
"BİRİNCİ RİCA
Ey sinn-i kemâle gelen muhterem ihtiyar kardeşler ve ihtiyare hemşireler! Ben de sizin gibi ihtiyarım. İhtiyarlık zamanında ara sıra bulduğum ricaları ve o ricalardaki teselli nuruna sizi de teşrik etmek arzusuyla, başımdan geçen bazı hâlâtı yazacağım. Gördüğüm ziya ve rast geldiğim rica kapıları, elbette benim nâkıs ve müşevveş istidadıma göre görülmüş, açılmış. İnşaallah sizlerin sâfi ve hâlis istidatlarınız, gördüğüm ziyayı parlattıracak, bulduğum ricayı daha ziyade kuvvetleştirecek.
İşte, gelecek o ricaların ve ziyaların menbaı, madeni, çeşmesi, imandır."
[1] https://www.akadgeriatri.org/managete/fu_folder/2009-03/html/2009-1-3-125-131.htm
[2] https://www1.gantep.edu.tr/~hastane/?page_id=210
[3] https://www.anadolusaglik.org/haber-detay/1465/1/geriatri-ile-saglikli-bir-yaslilik-gecirmek-mumkun.aspx
[4] https://www.turkgeriatrivakfi.org.tr/