Devrin hakim fikriyatının belleklere salıverdiği ana telkinlerdendir, modernliğin ‘modern’ zamanlara haslığı!.
Üstelik, insanlığın, adı üzerinde ‘Aydınlanma’ devriyle ancak aydınlığa erebildiğini tartışılmaz bir gerçeklik olarak sunan bu malum düşünce; aynı zamanda Batı odaklı bir düşünüşü ve tarih yorumlamasını da zorunlu kılar. Zira her alandaki atılımlarının neredeyse tamamını Batı sayesinde yaşayabilen uygarlığımız; ‘her biri bir öncekinden üstün’ devirleri sayesinde sosyal, kültürel, felsefî, teknik ve hatta dinî tekamülünü gerçekleştirerek, yaşadığı bir çok değişiklikle halihazırdaki ‘Uzay Çağı’na’ adım atabilmiştir yani (!).
İnsan artık değişmiş, Aydınlanma öncesi eski ‘karanlık’ devirlerden kalan, -özellikle de- Doğulu ve İslamî ‘figürler’ ise; sadece Oryantalist sunuşla değerlendirilebileceklerdir...
Ancak, bu Batılı ve Batıcı dersin aksine, meseleyi insanın asıl davası ve hakiki ihtiyaçları bakımından insana ait “değişmez yönlerle” ele alacak olursak, ortada mühim yanılgıların belirdiği de fark edilebilecektir. Zira aşıldığı söylenilen her uygarlık aşamasına ve yaşanıldığına inanılan bu post-modern sonrası çağa rağmen, insan için, “değişmezler listesinde” o kadar önemli maddeler bulunmaktadır ki!.
Söz gelimi, aslında ‘mağara adamının’ en temel ihtiyaçları ile; günümüzün en ‘moderninden’ ve en Batılısından bir aydınının “zarurî ihtiyaçları”, malumdur ki, (yanına eklenmiş belki daha yüzlercesine rağmen) temelde aynıdırlar. Devrimizin sunduğu kısmî rahata ve konfora rağmen, aslında beslenme, barınma, korunma vb. gibi temel ihtiyaçlar; hiç değişmeden, dünya üzerindeki bu koşturmanın ve didinmenin hala en önemli sebeplerindendirler.
Daha da önemlisi, insanoğlu açısından değişmeyen ve hep aynı kalanlar, sadece temel fizikî ihtiyaçlardan ibaret değildirler!.
“Asıl derdi” ve buna karşılık olarak ihtiyaç duyduğu “asıl reçetesi” noktasında insan, tarihinin her devrinde, özünde hep aynı kalmıştır. Örneğin, düşünebilme yeteneğinin zorunlu bir sonucu olan varoluşa dair sorgulamalar; ya da “Necisin, nereden geliyorsun, nereye gidiyorsun?“ türü ‘sıkıntılar’; en azından bir an için de olsa durup düşünebilen bütün insanlar için, tarihin her devrinde, değişmeyen meseleler olmuşlardır hep. Yani, “Deme: "Zaman değişmiş, asır başkalaşmış herkes dünyaya dalmış”ikazının da ifade ettiği üzere, “asıl mesele” hala aynıdır... Alışkanlıkları, yaşam şartları, değerleri vs. değişse de, insanın asıl davası, hiç değişmeden hala yerli yerinde durmaktadır. Çünkü: “ölüm değişmiyor. Firak, bekaya kalbolup başkalaşmıyor. Acz-i beşerî, fakr-ı insanî değişmiyor, ziyadeleşiyor. Beşer yolculuğu kesilmiyor, sür'at peyda ediyor.” (1) Çünkü yaşanan tüm ‘aydınlığa’ ve ‘modernliğe’ rağmen ölüm gerçeği, hiç değişmeden, hadis-i şerifin ifadesiyle “ağızların tadını bozmaya” devam ediyor... (2)
Bu hayatın çaresiz bitecek olması ve de ölümden sonrasına dair duyulan merak ve endişe, en ‘moderninden’ en ‘ilkeline’, her insanın gerçek meselesi ve davası olmaya devam ediyor yani...
Ne var ki, tüm modernliğine karşın günümüz ‘medeniyeti’, insanın bu değişmez en temel davası olan ölüm sonrası hayata karşı hayret verici ve genel bir tarzda lakayt davranmakta, inkarına da çoğunlukla destek vermektedir. İşte bu durumun sebeplerinden birinde, biraz da, devam eden beşer yolculuğundaki o ‘sür’at peyda eden’ yönün etkili olduğunu düşünüyorum.
Kime sorsanız zamanının darlığından, vakit bulamadığından şikayet ediyor zira. Yirmi dört saat ciddi ciddi yetmiyor insanlara!... Oysa günlük hayatı güneşin doğuşundan önce başlayan ve sadece sekiz saat de çalışmayan atalarımız, çok değil, üç-dört kuşak öncemizde bile; kitap okumak, ziyaretlerde bulunmak, ibadet etmek ya da düşünmek gibi ‘faaliyetleri’, zaman bulamadıkları için “olsa da olur” sınıfında görmüyorlardı. Her şeyin hızlandığı devrin çocukları ise, maddiyat, kariyer, başarı, konfor gibi ‘kutsanmış’ kavramları hayatlarının mihengi noktasına koydukları için; üstelik o gayeler uğruna bayağı zorlu ve acımasız bir düzende mücadele verilmesi de gerektiği için, kendilerini gece-gündüz ‘tetikte’ olmak ve özellikle de zihnen hep çalışmak zorunda hissetmektedirler.
Ve elbette ki, o gayelere yönelik faaliyetlerinden kalan boş zamanlarını da, mutlaka eğlenmeye ve dinlenmeye ayırmalıdır ‘modern’ insan, çünkü bu kendisinin en doğal hakkıdır (!).
İşte bundan dolayıdır ki, bekâyı aklına sığıştıramayan, yaşadığı hazır anda da mutlaka ‘çok önemli’ işleri bulunan bu devrin ‘normal’ insanı; hiç değişmeyen asıl davasını hatırlama noktasında genelde sınıfta kalmaktadır.
Dahası, “Zaman bereketsizleşip seneler aylar kadar, aylar haftalar kadar, haftalar günler kadar, günler saatler kadar, saat de ateşte kuru otun yanması kadar kısalmadıkça kıyamet kopmayacaktır.” (2) şeklindeki Nebevî fermanın tahakkuk ettiği zamanlarda olmalıyız ki; “Zamanın bereketsizliği” gibi bir terim de, ahirzamana has illetlerden biri olarak nicedir o ‘normal’ insanın yakasına yapışmış bir vaziyettedir. Ama bereketsizliğin bu türünden yakınmanın şiddetinin, daha çok, dünyaya ayrılan zamanla paralel olarak artıp eksildiği ise, bu derdin muzdariplerince nedense akıllara getirilmez pek...
Zamanı, mutlu olunması gereken bir hayatın bu anından ibaret bilen; ya da öyle düşündüğünün farkına varmasa bile ötelerdeki sonsuzluğu çok uzak bir ihtimal gören kişilerin günlük hayatlarında, o sonsuzluğa yönelik faaliyetlere de ‘zamansızlıktan’ ötürü pek yer yoktur ne yazık ki. Yani onların, bu yönüyle zamanın kendisiyle zaten çok ciddi problemleri vardır kısacası...
Zira böylelerin, ne tarihteki en saadetli zamanın aslında bin dört yüz küsur yıl öncemizde olduğuna inanabilecek vaziyetleri; ne Batılı tarih yorumunun sahtekarlığını; ve ne de her baharda, her mevsimde, her günde, “bir saat içtima için” nasıl olup da “on sene kadar masraf yapıldığını” anlayabilecek halleri vardır ne yazık ki!.
Öyleyse, artık zamansızlıktan yerli yersiz ve bir çırpıda yakınmadan önce; tüm vaziyetleri ve halleri de değiştirebilecek olan zamanın Hâkim’inin (C.C) Asr’a yemininden, dersler çıkarabilmeye daha çok gayret etmeliyiz.
Zaman, bizlere öteleri kazanmak için verilmiştir çünkü. Ve öteleri kazanmak için bizlere zaman verilmiştir çünkü!...
Kaynakça:
1-Sözler, s.170.
2-Nesai, Cenazeler Bl. Hadis no:1801
3-Tirmizî, Zühd, Bl.24, Hadis no:2332.