Zihin kelimeler ile tefekkür etmekte, duygu ve düşüncelerini kelime kalıplarına girdirerek nakletmekte, beşeri münasebetler dil sayesinde devam ettirilmektedir. Kelimeler, mana âleminin mahfazaları, marifet sarayının tuğlaları, kemalat miracının da basamakları olarak kabul edilmektedir.
Evet elfâz, mana âleminde çıplak, başı açık, yalın ayak olarak duran manaların ‘hulel-i fahiresi’ (kıymettar elbisesi) olarak nitelendirilmektedir.
Çeşitli sesler çıkararak anlaşan hayvanlardan bizleri farklı kılan dil, insan nev’ine has bir özellik olarak “isimlendirme” yoluyla, yani varlıkları temsil eden kelimeler ile fikirlerin ve hislerin nakledilmesi gerçekleşmektedir.
Risale-i Nur’da, “Mevcudat, müdrik ve âlimin malıdır. İlim ile alır, isim ile ahzeder, suretlerinin temessülüyle temellük eder.” denilmekte bu manaya işaret edilmektedir. (İ.İ'caz, 211)
“Talim-i Esma” ile başlayan eşyaya isim vermek, kelimeler ile eşyayı yani varlığı kelime kalıpları ile ifade etmek, bir yönüyle mahlûkatı insanın emrine vermek, onlardan istifadeyi sağlama adına mahlûkata boyun eğdirmek manasına gelmektedir.
Yani ‘isimlendirme’ yoluyla eşya insanlara mal olmakta, insaniyetin devamı adına mevcudat ile irtibat sağlanmakta, beşeri münasebetlerde teavün ve tecavüb hâsıl olmakta, insani kabiliyetlerin inkişafı ile beraber medeniyetlerin inşası gerçekleşmektedir.
Evet bir cemiyette dayanışmayı ve kaynaşmayı doğuran, sulh-u umumiyi sağlayan en ehemmiyetli vesile dil ile beraber din olduğunu söylemek hatalı olmasa gerektir. Yani içtimai ve iktisadi, ahlaki ve manevi münasebetlerde duygu ve düşünce geçişlerine (müdavele-yi efkâra) dil’in aracılık ettiği bilinmektedir.
Hatta insanları birleştiren ve ayrıştıran en mühim sebebin din’den önce dil olduğu, dil birliği sayesinde insanların ‘milli bir aidiyet’ etrafında belirli kaidelere bağlı yaşadıkları müşahede edilmektedir. Yani dil, ferdlerin ve cemiyetlerin duygu ve düşünce istihsallerine vesile olduğu gibi tarihi, milli ve örfi beraberliği temine en mühim vasıtanın yine dil olduğu görülmektedir.
Nurlu Eserlerde geçen “Dil, din bir ise; millet birdir. Madem öyledir. Hakikî unsuriyete değil; belki dil, din, vatan münasebatına bakılacak. Eğer üçü bir ise, zâten kuvvetli bir millet; eğer biri noksan olursa, tekrar milliyet dairesine dâhildir.” (Mektubat, 326) ifadesi, dil unsurunun din’den önce zikredilmesi bu iddiaya işari bir delil olarak düşünülmektedir.
Kendimize ait bir medeniyetin inşasının olmazsa olmazı, dil tercihinde belirli bir hassasiyeti gerektirmektedir. Dil’de gerçekleştirilemeyen bir medeniyetin haricen ve fiilen vücud bulması, sebepler noktasından mümkün görünmemektedir. Bu yüzden bize ait olmayan kelimeler ile inşaya çalışılan medeniyet hedefinin hilkat garibesi bir fecaate hizmet ettiği müşahede edilmektedir.
Birbirlerini anlayamadıkları için aynı evde ayrı dünyaları yaşayan aile ferdleri, şiddete başvuran ebeveynler başta olmak üzere, kendilerini ifade edemeyen cahiller, duygu ve düşüncelerini birbirlerine nakledemeyen kelime fukarası ‘dilsizlerin’ büyük bir yekûn teşkil ettikleri görülmektedir.
Evet dil’deki sığlık ve kısırlık, duygu ve düşünceleri tahdit etmekte yani sınırlamakta, beşeri münasebetlerde muhabbete ve hürmete değil, nefrete, adavete hatta şiddete sebebiyet vermektedir. Dil’in sınırları, duygu ve düşünce nakillerinin sınırlarını da belirlemektedir. Dil’de ulaşılamayan zenginliğe fikirde ve hisde ulaşmak muhal görünmektedir.
Konfüçyüs’e, “bir milleti idare için çağrılsaydınız yapacağınız ilk iş ne olurdu” diye sorulduğunda; “işe dili düzeltmekle başlardım. Çünkü dil kusurlu olursa, kelimeler düşünceyi iyi anlatamaz. Düşünceler iyi anlatılmazsa, yapılması gereken görevler doğru yapılamaz. Ödevler gereği gibi yapılmazsa, töre ve düzen bozulur. Töre ve düzen bozulursa, adalet yanlış yola sapar. Adalet yoldan çıkarsa, şaşkınlık içine düşen halk ne yapacağını, işin nereye varacağını bilemez. İşte bunun içindir ki hiçbir şey dil kadar önemli değildir.” diye cevap verdiği rivayet edilmektedir.
Evet duygu ve düşünce dünyasının ifade vesilesi, marifet silsilesinin de ufuk çizgisini belirleyen dil ile tefekkür derinliği arasında doğrudan bir münasebet olduğu bilinmektedir. Her fennin kendine has kelimeleri olduğu gerçeğinden hareketle, dini mes’eleleri anlamak ve anlatmak için de “din dilini”, yani Kur’ani mefhumları bilmek ve istimal etmek zaruret olarak değerlendirilmektedir.
Gayet uzun bir mazisi bulunan Türkçe gibi zengin bir dilin hayatta ve yazıda kendine yer bulmaması, silinip yok olması dilin ehemmiyetini bilen ehl-i ihtisas ve insafı üzmektedir.
Arapça ve Farsça’dan pekçok kelime alarak zenginleşen, bir yönüyle o kelimeleri “türkçeleştiren” bir dile ait kelimelerin ehl-i kalem ve erbab-ı sohbet de dâhil, ekser insanlarca terk edilmesi, yani yazı ve konuşma dili olarak geçerliliğini yitirmesi, “redd-i miras” ile yok edilmesi ‘islami bir medeniyet’ hedefi bulunan insanları derinden müteessir etmektedir.
Evet evet! İslamiyet rabıtası yönüyle zenginliği görülemeyen bir dilin hayatımızdan çıkarılması, o dil sayesinde irtibat kurulan bir dinin anlaşılmasını ve gereği gibi yaşanmasını menfi olarak derinden etkilemektedir.
Bu itibarla dil hassasiyetini sağlamanın, lisan mes’elesinde duyarlık kazanmanın ne kadar ehemmiyetli olduğu tariften vareste olarak değerlendirilmektedir. Dini mes’eleleri anlamada ciddi bir öneme haiz bir dil’in, bu müslüman memlekette nasıl bir kıyıma uğradığını tarife gerek görülmemektedir.
Elhasıl; dil kalplerin ihyası, kadim bir medeniyetin yeniden inşası ve devamının olmazsa olmaz en mühim bir şartı olarak kabul edilmektedir. Duygu ve düşüncelerini naklederken kelime tercihinde gösterilen hassasiyet, ifadede derinliği ve müessiriyeti netice vermektedir. Bu müslüman milletin ruh köküne ilk darbenin lisanın tağyiri ile vurulduğu bilinmektedir. Demek lisan düzelmeden, yani nurlu eserlerin istimal ettiği Kur’ani mefhumların kullanımı ziyadeleşmeden milletin dini değerleri düzelmemektedir.
Dinin değerini bilenler dilin değerini de bilmektedir. Dolayısıyla lisanın mensubiyetine sadakat göstermektedir. Lisan hassasiyetini kaybeden müslüman bir milletin asli hüviyetine rücû etmeleri daire-i imkânda muhal görülmektedir.