Ahmet Altan'ın Taraf Gazetesi'nde yer alan bugünkü köşe yazısı
Bizim gazetenin kadrosu biraz dar...
Epeyce az adamla çıkartıyoruz gazeteyi.
Onun için görevler biraz kayıyor.
Perihan hem harika çaylar demliyor hem de sayfa sekreterliği yapıyor mesela.
Ben de gündüzleri “genel yayın müdürlüğü” kadrosunda çalışıp geceleri "düzeltmenlik" kadrosuna geçiş yapıyorum.
Oturup sayfaları düzeltiyorum.
Önceki akşam gene sayfaları okumak için önüme çektiğimde Habertürk Kanalı’nda Balçiçek Pamir’in programı başladı.
Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can’la, Yargıtay eski başsavcısı Sabih Kanadoğlu tartışıyorlardı.
Önceleri yarım kulak dinlerken sonra sayfaları kenara itip bütün dikkatimi bu “hukuk” tartışmasına verdim.
Bu iki “hukukçunun” tartışması Türkiye’nin geçmişini ve geleceğini anlatıyordu çünkü.
Yargıtay Başsavcılığı, bir ülkede gelinebilecek en yüksek, en saygıdeğer makamlardan biridir, oradan emekli olan biri hayatının sonuna kadar saygı görür.
Oralara ulaşmış bir “yargıç”, hukuk felsefesini, hukuk mantığını özümsemiş, bu bilgilerini yeryüzünün en ünlü üniversitelerinde anlatabilecek biridir.
Ne yazık ki Kanadoğlu böyle bir profil çizmedi.
Tam aksine.
Sadece hukuki bilgileri eksik değildi, hukuk felsefesini de hiç kavramamış, hukukun “ruhunu” kendi ruhuna sindirememişti.
Hitler’in seçimle işbaşına gelebilmesini “demokrasinin” yarattığı bir felaket olarak göstermeye, bu felaketin Türkiye’de de tekrarlanabileceğini ima ederek “demokrasi dışı” bir yapının daha güvenceli olduğunu söylemeye çalışıyordu.
Hitler iktidara geldiğinde Almanya’da geçerli olan “Weimar anayasasından” konuşmaya başladılar.
Anlaşıldı ki Kanadoğlu o anayasayı doğru dürüst bilmiyor.
Osman Can, faşist bir partinin iktidara, demokrasi yüzünden değil, “o anayasanın demokrasi dışı olması” yüzünden gelebildiğini çok güzel anlattı.
Kanadoğlu sadece “Weimar anayasasını” değil, “demokrasi-hukuk ilişkisini”, Avrupa’daki yargıç atamalarında parlamentoların rolünü, yargının bağımsızlığı kavramının asıl anlamını, dünyadaki içtihatları ve uygulamaları da bilmiyordu.
Çok uzun zamandır kendi mesleğiyle ilgili bir kitabı ya da yeni bir metni okumadığı, pencerelerini hukuktaki gelişmelere epeydir kapadığı anlaşılıyordu.
Beni asıl şaşırtan Kanadoğlu’nun bilgi eksikliği olmadı.
Tartışmanın bir yerinde Türkiye’de “hukukun” 1950’den önce de “iyi uygulanmadığı” konusu gündeme geldi.
Kanadoğlu, o düzeydeki hukukçuların tartışmasında asla olmaması gereken bir şey yaptı ve “siz ne demek istiyorsunuz, kimin döneminde hukukun olmadığını söylemeye çalışıyorsunuz” dedi.
Karşısındaki genç hukukçuyu “Atatürk’ü mü eleştiriyorsun yoksa” kabarmasıyla tehdit etti.
Yaşı yetmişe yaklaşan, yargının zirvelerine ulaşmış birinin bu derece kolaycı bir demagojiye sapması doğrusu biraz utandırıcıydı.
….
Kanadoğlu’nun yaklaşımları, tehditleri, hukuk bilgisinden yoksunluğu, klişelerle durumu idare etmeye çalışması, yıllarca bu ülkenin ne tür hukukçularla yargı sistemini oluşturduğunu ve “hukuk” eksikliğini gösteriyordu.
Ama bir de Osman Can vardı o tartışmada, genç bir doçent, hukuku biliyor, daha önemlisi “hukukun ruhunu ve manasını” biliyor, dünyadaki gelişmeleri izliyor, demokrasi-hukuk ilişkilerini incelemiş, hukuksuz bir yargının nasıl gelişmeyi engellediğini görmüş, Türkiye’nin anayasalarının sakatlıklarını anlamış biri.
Bu ülke yıllarca hukuku Kanadoğlu düzeyinde yaşadı, çok acı çekti, bir türlü demokrasiye ve özgürlüğe ulaşamadı, şimdi artık Osman Can gibi hukukçular çıkıyor, hukuk sistemini yeniden kuracak bilgiye ve isteğe sahipler.
Onları izlerken sayfaları tam düzeltemedim “işimi” aksattım ama Kanadoğlu’nda geçmişi görüp üzülürken Can’da geleceği görüp sevindim.
Osman Can gibi hukukçuların varlığı sanırım bu ülkenin gerçek bir hukuka kavuşmasını sağlayacak bir gün.
Taraf