"Yakında milletler, yemek yiyenlerin (başkalarını) çanaklarına (sofralarına) davet ettikleri gibi, size karşı (savaşmak için) biribirlerini davet edecekler..." dedi.
Birisi "Bu o gün bizim azlığımızdan dolayı mı olacak?” diye sordu.
"Hayır, aksine siz o gün kalabalık, fakat selin önündeki çörçöp gibi zayıf olacaksınız. Allah düşmanlarınızın gönlünden sizden korkma hissini soyup alacak, sizin gönlünüze de vehn atacak!" buyurdu.
Yine bir adam "Vehn nedir ya Rasûlallah?" diye sorunca:
"Vehn, dünyayı (fazlaca) sevmek ve ölümü kötü görmektir..." dedi.
(Ebu Davud, Melahim 5)
'Vehn' hadisinin derslerinden birisi de şu gibi geliyor bana arkadaşım: Muktedirlik salt çoklukla ilgili bir mesele değildir. Hatta iktidar olmakla da ilgili değildir. Eğer 'dünya sevgisi' ve 'ölüm korkusu' yer tutmaya başlamışsa sinenizde, bu, her üstünlük içinde zayıf kılar kalabalığınızı. Neden böyle olur? Kemiyetin kudreti bireylerin salabetleri nisbetindedir çünkü. Onların tek tek sağlamlığından bahsedilemiyorsa ittihadlarının da sağlamlığından bahsedilemez. Örüldüğü iplerin zayıflığı ölçüsünde halat da zayıflar. Kavileştikleri ölçüde de kavileşir.
'Dünya sevgisi' ve 'ölüm korkusu' önce fertleri zehirler. "Yalanlarla ittihad yalandır..." diyenin dikkatimizi çektiği de sanki budur. Hakikat karşısında hiçbir hakiki varlığı (ve dolayısıyla karşıkoyabilirliği) olmayanların ittihadı nasıl 'var' veya 'karşıkoyabilir' olabilir? Yalanın-yalancının direnci olmaz ki. Demek bir ittihad-ı İslam düşlüyorsak bidayeti yine fertlerin izzetine-sıddıkiyetine bakıyor. Onlar direniyorlarsa ittihadları da direnecek. Yoksa külliyen yalan olacaklar.
Bediüzzaman'ın mektuplarına sıklıkla 'Aziz, sıddık kardeşlerim...' diyerek başlaması tesadüf değil. Bir mühim sırrı hatırlatmaya çalışıyor adeta. Nasıl bir sırdır bu? Allahu a'lem, belki şöyle: Sadakat izzetli olanların kaldırabileceği bir yüktür ancak. Ve izzet de yine sıddıkların süsüdür. Birbirlerinden ayrılmazlar.
Evet. Değerinizi yabanların ölçüleri üzerinden değil de kendi değişmezlerinizle tartabiliyorsanız bu ahlakınızda devamlılık sağlar. 'Mış desinler' diye değil 'doğru olduğu için' öyle oluyorsanız, bu sizi ona sâdık ve onda sebatkâr kılar. Huzur böylesi bir kabullenişin sonucudur. İzzet bu kabullenişin tezahürlerinden birisidir. Ahlaklı insan 'kendisiyle çelişkiye düşmeyen' insandır. Bir öyle bir böyle olmayan insandır. Denizleri karar bulmuş insandır. Demek izzet 'dik durmak'tan önce 'kendi tanımlarının/yargılarının üzerinde durmak'tır. Değerlenmek için yabanın gözüne muhtaç olmamaktır.
Yukarıda 'ferdin dayanıklılığı' derken kastettiğim de buydu. Kalbinde 'dünya sevgisinin' ve 'ölüm korkusunun' artmadığı birey, dışından daha az etkilenir ve daha az dışarıya göre yaşamaya başlar. Allah dostlarının hayatlarını incelediğimizde şahit olduğumuz dik duruş misalleri ancak böylesi bir içsel kabullenişle açıklanabilir. Kendiliğinde karara varan halkın gözüne girmeye çalışmaz. Onun rızasını kazanmaya çalıştığı yalnız Allah'tır. İzzet rızası arananın yalnız O olmasıyla kalpte yer tutmaya başlar. Rızası arananın değişmezliği ona göre yaşayanı da sabiteler sahibi yapar.
İşte, bu zeminde, mü'minlerin "Dünyacılar ne der?" korkusuyla amel etmesi tehlikeli bir alanın varlığına işaret ediyor arkadaşım. Malum, şu an Batı'da antisemitizmle damgalanana gün yüzü gösterilmiyor. 'Yahudi düşmanı' olarak işaretlenmeniz itibarsızlaştırılmanız için yetiyor da artıyor. Bir gurbetçi tanıdığım, biraz da bu endişeyle, Avrupa'da yaptıkları Risale derslerinde yahudilerle ilgili ifadeleri dillendirmediklerini belirtmişti. Neden? Çünkü o ifadeler duyulursa nurcular da damgalanacak. Hatta Avrupa dillerine yapılan çevirilerde bu kısımların ayıklanmasının doğru olacağını ifade etmişti. Kendisine hemen İsrailoğullarıyla alakalı Kur'an'daki ifadeleri hatırlattım. Onları ne yapacaktık? Sıkıştıkça 'çıkarmak' belki de doğru bir yöntem değildir ha?
Kendinizi dışarıya göre anlamlandırdığınız sürece değişmesi gerekenlerin sonu gelmeyecek. Çünkü, Kur'an'ın da belirttiği üzere, kâfirler bizden onlar gibi kâfir olmadığımız sürece memnun kalmayacaklar. Öyleyse, güzelliğimizi yabanî gözlerin takdirinde değil, kendi delil sistemlerimizin meşruluğunda aramalıyız.
Eğer her üzerimize gelindiğinde geri basarsak, bir ortayol aramaya çalışırsak, yarın iş Kur'an'a uzandığında ne yapacağız? Kafirler hakkındaki ifadelerin ağır olduğunu, liberal dünya düzenine yakışmadığını, Kur'an'ın 'Hepimiz kardeşiz' boyutuna çekilmesi gerektiğini söyleyenlere ne diyeceğiz? İyisi mi ayaklarımız üzerinde duran fertler olalım. Yine Kur'anî tabirle kınayanın kınamasına aldırmayalım. Başkalarının rüzgârıyla yönümüz değişmesin. Ancak o zaman ittihadımızda bir anlam var.
'Vehn' hadisi bize diyor ki: Sayı çokluğu önemli değil. Sağlam durmak önemli. Dik duramıyorsan, kaç kişiyle durursan dur, eğiksin.