Bediüzzaman'a bile "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." dedirten durumlar vardır. Siyahla beyaz kolayca ayrılmaz onlarda. Araya griler karışır. Hatta griden başka renk seçilmez olur. En çok tarihte rastlarız onlara. En çok orada yadırgarız. Yargılarız da bazen. Zaten peygamberler aleyhimüsselam hariç kimse ismet sahibi değildir. Birtek onlar, hayatlarıyla ümmetlerine iletilen vahyin/dinin hakkı için, korunmuşlardır. (Peygamberler günahkâr olursa mesajlarına da şüphe düşer.) Kusur insanın imzasıdır. Hatta kusur mahlukiyetin de imzasıdır. Her ne ki, mahluktur, öyleyse Halık değildir. Halık olmadığı için de sonsuzluğa sahip değildir. Sonsuzluğa sahip olmadığı için de Sonsuzluğun Sahibine kıyasla her zaman kusurludur. Bu kusur derece derece bir imza olarak hayatına yansır. Allah yarattığı için kusurlanmaz varlık. Hâşâ. O’na bakan cihetiyle, yani melekutiyetiyle, herşey olması gerektiği gibidir. Fakat, elimizden göründüğü için, mülkte kusurlanır. Bizim gördüğümüz şekliyle kusurlanır. Bize göründüğü şekliyle kusurlanır. Bizce kusurlanır. Çünkü biz, Descartes'ın Metafizik Üzerine Düşünceler'de belirttiği gibi, varoluşu bütünüyle göremeyiz. O halde gördüğümüz büyük "Kün!/Ol!" emri tecellisinden eksik bir manzaradır sadece. Okuyuşumuz eksiktir. Duyuşumuz eksiktir. Aklımız eksiktir. Eh, işte, eksiğin yargısı da eksiktir. Bundan kaçamayız.
Kadir Mısıroğlu merhumun 'Selahaddin Eyyübî' hakkındaki beyanlarını tahlil ederken de bu hakikat hatırımızda bulunmalıdır bence. Fakat, önce, merhumun yiğitlik hakkı verilmeli. Zor zamanlarda kemalist rejime karşı gösterdiği dik duruş takdir edilmeli. Rahmet dilenmeli. Aziz hatırası incitilmemeli. Ancak insaniyeti de unutulmamalı. Evet. İnsanız. Sınır sahibi olmaktan kurtulamıyoruz. Hepimiz için durum böyle. Ve bakışımız bizi taraf sahibi de yapıyor bazen. Yanlış anlaşılmasın. 'Taraf sahibi olmak her şekilde kötü birşeydir' demiyorum. Hakka taraftar olmaktan daha leziz nimet yoktur zira. Bâtıla taraftarlıksa yenilecek en acı lokma. Cehennem zakkumundan ısırık. Sığınacaksak bundan sığınırız Mevla'ya. Bir de arada kalınan durumlar var tabii. Yani, yine Bediüzzaman'ın ifadelerine atıf yaparsak, "Hak da taaddüd eder..." demeyi mecbur edecek durumlar var.
Yavuz Sultan Selim Han misalinden ilerleyelim. (Ruhuna rahmetler dilemeyi ihmal etmeden.) Onun şehzadelikten padişahlığa yürüyüşü maceralı olmuştur. En küçük kardeşken padişah olmayı dilemiştir. Bu dileği nedeniyle ordu toplayıp babasıyla savaşmıştır. Yenilmiştir. Bahtı hain cezası görmeye doğru akarken yüzüne gülmüştür. Beyazıd-ı Velî Han bir şekilde tahttan çekilmeye mecbur edilmiştir. Hem de kendisine bırakmak üzere. Sonra babası da ölmüştür. (Bazıları bu ölümde parmağı olduğunu söyler.) Tahta geçtikten sonra da meşakkati bitmemiştir üstelik. Ellerinden tahtın çalındığını düşünen kardeşleriyle ters düşmüştür. Kılıçlar yeniden çekilmiştir. Sadece kardeşlerini değil yeğenlerini de katletmiştir. Bundan sonrasıysa Osmanlı için, âlem-i İslam için, ehl-i sünnet dünya için büyük bir inşirahtır. Şah İsmail'in üzerine yürüyerek hem şiilerin bölgedeki sünniler üzerindeki baskısını kırmıştır hem de Kürtlerle Türkleri birleştirmiştir. Sonra Suriye'yi, Mısır'ı, Hicaz'ı fethederek Araplarla da birliktelik oluşturmuştur. Şiirinde ifade ettiğini neredeyse başarmıştır yani: "Milletimde ihtilâf u tefrika endîşesi,/Gûşe-i kabrimde hattâ bî-karâr eyler beni./İttihâd oldu hücûm-ı hasmı def’e çâremiz,/İttihâd etmezse millet dâğdâr eyler beni."
Ancak, bir de Bayezid-i Velî Han'ın gözünden izleseydik yaşananları, bugün okuduğumuz şekilde mi okurduk acaba? Yahut da, bahtı yüzüne gülmese idi Yavuz Sultan Selim Han'ın, bir hain olarak yargılanıp boğdurulsaydı mesela, o zaman yine bugünkü takdirkârlığımızla mı tahattur ederdik kendisini? Bunlar cevabı kolay olmayan sorulardır. Ve kabul edelim ki, yanıtlarının, tarihi okuma şeklimizden etkilenen yanları vardır. İşte, Kadir Mısıroğlu merhumun, Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî arasındaki hâdiseleri okuma şeklinde de bu taraftarlığın izleri görünmektedir. O, tabir-i caizse, Beyazıd-ı Velî'nin penceresinden bakmaktadır yaşananlara. Bizse, yine tabir-i caizse, Yavuz Sultan Selim'in nazarıyla görmekteyiz olayları. "Keşke yaşanmasalardı!" demekten kalbimizi geri koyamayız elbette. Ancak Bediüzzaman gibi de deriz: "Âlemin her halinde hayr-ı mahz olamaz..." Yahut da yine kendisinin, sahabe ihtilafları sadedinde, Ömer bin Abdülaziz rahimehullahtan naklettiği şu söze kulak veririz: “Allahu Teala ellerimizi bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi biz de dilimizi tutup bulaştırmayalım!”
Aynı konu daha sonraları kendisine sual edildiğinde İmam Şafiî rahimehullah da benzer bir karşılık vermiştir. Ki ehl-i sünnet ulemanın duruşu da ekseriyetle öyledir. Ümmetin hayırlılarından bilinen insanların yaşadıkları anlaşmazlıklarda, olaylara yalnız birinin gözünden/duygularıyla dahil olmak, bütünü görmekteki kusurumuzu arttırmak yanında, günah sahipliğinden ileriye mana taşımaz. Madem ümmet hayırları üzerine ittifak etmiştir. Hepsine rahmet dilemekten teberri etmeyiz. Aziz hatıralarını incitmemeye çalışırız. Hataları yok mudur? Hangimizin yoktur ki? Elbette onların da vardır-olabilir. Fakat defterleri bu yönüyle kapanmıştır. Bizimkisi halen açık durmaktadır. Üstelik hakkımızda hüsn-i şehadet edecek onlar kadar yoktur.
Bediüzzaman'ın aslını Kürtçe olarak alıntıladığı bir muhakkike ait şu sözü biz de hatırlayalım: "Sahabelerin muharebesinde kıyl ü kàl etme. Çünkü, hem kàtil ve hem maktul, ikisi de ehl-i cennettirler." Belki Nureddin Zengî ile Selahaddin Eyyübî de, İslam'a hizmet etmiş iki büyük isim olarak, dünyadaki meseleleri dünyada bırakarak hem, cennete kolkola girerler de, biz dedikoduları nedeniyle uzaklarında kalırız. Allah bizi böyle bir akıbetten muhafaza eylesin arkadaşım.