Abdurrahman Iraz’ın haberi:
RİSALEHABER-Bediüzzaman Said Nursi’nin şehit talebelerinden Hafız Ali ağabeyin vefatının ardından yine Bediüzzaman’ın talebesi Ahmet Feyzi Kul ağabeyin bir mektup yazdığı ortaya çıktı.
İşte Ahmet Feyzi Kul’un oğlu Yaşar Kul tarafından Risale Haber’e ulaştırılan o mektup:
ALEM-İ MELEKÜTA BİR ARÎZA
Şehid-i mağfur Hafız Ali Efendinin ruhaniyet-i aliyelerine ithaf edilmiştir.
Sevgili kardeşim, tarihi ve cihan şümul büyük dersimizi bitirip mümeyyiz heyetin numaralarımızı okuyacağı günün arefesinde senin mübeccel varlığının aramızda bulunmamasından müteessir olarak sınıfımızın elhak birincisi olan zat-ı alinizin son şerefli geçit resmimizde hakikat ve hidayet bayrağını önümüzde dalgalandırmak üzere teşrifiniz için hadsizliğime rağmen bu mektubumu yüksek huzurunuza iblağ ediyorum.
İçinde bulunduğumuz yüksek hakikatın hakiki manzarasını bütün azamet ve şümulüyle herkesten evvel kavramış, onun hakiki mana ve hedefini herkesten evvel görmüş ve anlamış ve bu uğurda bütün fani icatlara elveda ederek varlığını tamamen ona vakf etmiş ve en nihayet sevgili üstadının ve onun büyük davasının uğrunda kendini onun yerine kurban etmiş olan zat-ı alinizin bu hidayet ve nur ordusu için hazırlanmış olan zafer bayramında başkumandanımızın alemdarlığını yapmak üzere ordumuzun önünde liva-ı hidayeti taşımanız elbette herkesten evvel sizin hakkınızdı. Fakat ne yapalım ki vazifede fartı sadakatinizden, fenafil hakikat olmaktaki yüksek derecenizden, cuş-u huruşa gelmiş olan avatıf-ı Samedaniye sizin daha fazla çirkab-ı faniye içinde yoğrulmanıza müsaade etmeyerek sizi bir an evvel canib-i akdesine alıp götürdü ve sizi harim-i kudsîne irsal etti.
ÜSTADIN BİR SEFİR-İ MANEVİSİ OLDUN
Her ne kadar sevgili kardeşim, liva-ı hidayeti ordumuzun önünde dalgalandırmak gibi asil ve şerif vazifenin ifasını, Üstadın deryayı envarından en çok mütenaim olan, gerek sizi ve gerek Üstadı bütün ef’al ve harekatında en çok tanzir eden bahtiyarlardan sevgili iki Hüsrev, size vekaleten elbette deruhte edecekler. Ve sizin, bizi hiçbir zaman bırakmayacak olan ruhaniyetinizin gölgesi altında o vazifeyi ifa etmekle ulviyeti ruhunuzu elbette tesrir edecekler. İşte sizin, bizim fani nazarlarımızdan mestur bulunmanızın acısı telafisi imkansız bir boşluk halinde bizi daima dilhun etmekte devam edecektir.
Evet sevgili kardeşim, bu fani alemden ufulunle Rahmeti Rahmana urucunla bize çok büyük elemler yüklettin. Sen adeta bizim ve ızdırarımızı dergah-ı Rububiyete iblağ için uruç ettin. Üstadın bir sefir-i manevisi oldun. Senin sevimli fatıranın unutulmasına bizim için hiçbir imkan yok. Senin beşuş ve mültefit çehren, şefkatli ve mütevazi nazarların bizim hayalimizde daima canlı bir varlık olarak yaşayacaktır.
ÜSTADI YAKİNEN BİLENLER SANA O’NUN KOPYASIDIR DİYORLARDI
Sevgili kardeşim, bize ilk ızdırap günlerinde tahammül kudretini nefh eden sendin. Senin hayattar enfasın, senin hakikatı aynelyakin gören ihyakar irşadın, bizi vartalardan siyanet etmekte biricik iksirdi. Üstadı yakinen bilenler sana O’nun kopyasıdır diyorlardı. Sende ne yüksek tevazu ve mahviyet vardı. Muhataplarına iltifatında ağzından düşen kelimeler daima (sevgili kardeşim) hitabı idi. Sen, enaniyet pisliklerini tamamıyla silip atmış içimizde yegane bahtiyardın. Üstadın maneviyetine hayatında varis olmuş bahtiyardın sen. Senin pervane ettiğin şahıka-yı teslimiyet bütün kardeşlerin için bir hedef-i itila hükmünde ilelebet baki kalacaktır.
Kardeşim, sen hele bizim gibi zuafa mübtediler için ne keremkar bir kudret menba-ı idin. Sanki: Üstadın umman-ı envarı senden akıyordu. Güya o şehr-i irfanın kapısı sendin. Resülu Zişanın Haydar-ı Kerrarına mukabil, Üstada numünesi bahşedilen Hazret-i Haydar sen idin kardeşim. Zuafaya yapılan iltifat ve onların biçareliklerini takviye kabilinden bu biçareye de (Risale-i Nurun pehlivanı olacak) buyurmuştun. Zat-ı Akdes-i Samedani sevgilisinin bu iltifatını tasdik için olsa gerektir ki, bu acizi, şükründen tamamen aciz olduğu bazı mazhariyetlerle tesrir ederek Üstadın (Risale-i Nurun avukatıdır) gibi cihan değer bir iltifatı ile de bi-kam buyurdu.
AHİR ZAMANDA ZUHURU TEBŞİR EDİLEN HİDAYET HAREKETİ VE HİDAYET MEMURU BU DEĞİLSE…
Sevgili kardeşim, içinde bulunduğumuz büyük davanın azameti hakkındaki ilk telkin, bu acize sizin tarafınızdan yapılmıştı. En büyük hakikatın içinde bulunduğumuzu ve mev’udu hizb-i mübarekin bu olduğunu ben sizden dinlemiştim. Fakat eski malumat ve mesmu’atım ile sizin telkininiz arasındaki zahiri mubayenetten hasıl olan tereddüdümü bir türlü çözemiyordum. Senin, (kardeşim: bugün küfür ve ilhad ile tartılan.. onunla boğazlaşan kuvvet kimin elindedir. bir kere düşün) diye beni irşadın, Üstadın (ben O değilim) diye inkarıyla karşılaşıyor, bu hususta şeksiz bir kanaata varamıyordum. Düşünmüyordum ki: Ahir zamanda zuhuru vaad ve tebşir edilen en ehemmiyetli hidayet hareketi ve en lüzumlu hidayet memuru bu değilse ve daha sonra gelecek ise ne için işarat-ı Kur’aniye.. beyanatı Aleviyye.. ve tebşirat-ı Gavsiyye bu hadiseyi bildiriyor da o büyük hâdiseye işaret etmiyordu.
Daha büyük ve daha şamil bir hareketin bildirilmesi daha mantıki ve zaruri olmaz mıydı? Yoksa bir tufan-ı envar halinde koca bir külliyat-ı hidayet, olanca ve şaşaasıyla hasbi olarak kendisinden ders alınan bir müttebi-i sıdk ve vefa olan Bediüzzaman, haşa yalan mı söylüyordu! Şu nevi işarat var.. bu nevi tebşirat var diye davasını gördüğü Hazret-i Kur’ana ve himayeyi ruhaniyelerinden müstefide olduğu Hazret-i Esadullahil galip ile İmam-ül Eimme Hazret-i Abdulkadir’e, iftira mı ediyordu: haşa. Yahut bu beyanları yakini değil de zannı mı idi. Yahut bu türlü beyanlardan bir kast-i fani mi güdüyordu? Haşa. Keza düşünmüyordum ki, küfür ve ilhad ifritlerinin her tarafta cihanı istila ettiği bir bela tufanı gibi, saha-i beşeriyete yağdığı en büyük ruhi keşmekeşlerin, en muazzam beşeri hadiselerin bir tufan-ı vukuat halinde belirdiği böyle bir zamanda meydana çıkan hidayet hadisesi de, elbette o nispet de muazzam ve mev’ud hidayet hareketinin en meşakkatli ve ehemmiyetli kısmı ve mukaddemesidir.
İşte sevgili kardeşim! ben bunları bir türlü düşünemiyordum. Fakat ne zaman rayb ve güman bulutları kendini gösterirse hüsn-ü zan mevceleri daima galebe ediyor ve beni rah-ı sıdk ve vefadan ayırmıyordu. Bunu da bir imdadı manevi telakki ediyordum. Nihayet hakikat olanca azamet ve şaşaasıyla kendini gösterdi. Bin bir çeşit menfi ve galib-i imkan ve ihtimallere rağmen zafer hiç umulmadık bir tarzda tahakkuk etti. Bize libas-ı cürüm giydirecek unsurlar, bizim müdafaamıza memur imişler gibi bizi tebrie edecek bütün vesaik ve anasır müdafayı bulup çıkardılar. Üstelik bazı zevahirin tenkidi vesilesi ile Üstada son ve en yüksek dersini vermesine de zemin ve fırsat verdiler. Şüphesiz ki biz bu dersi almadan gidemezdik.
NE BENİM NE BAŞKASININ DEĞİL KUR’AN-I AZİMÜŞŞANIN HAKİKATLARIDIR
İşte sevgili kardeşim, ben bu dersten anlıyorum ki, müdafaa edilen hakikat doğrudan doğruya hakikat-ı islamiyenin kendisidir. Siyasi herhangi bir ihtilata meydan vermemek için Risale-i Nur adlı nurani bir mahfazaya sarılmış ve adı değiştirilerek sanki bir tek adamın ilm-i mahsusu gibi aksettirilmiş. Ve Risale-i Nurun şahsiyeti maneviyesi ve şakirdlerinin şahsı manevisine Bediüzzaman ve Said namı verilmiş. Kezalik ben bu dersten anlıyorum ki: Hazreti üstad kendisinin setr ve inkarında ve yalnız bir tek şakirt olduğunu dava etmekte çok haklıymış. Çünkü: binler şakirtlerinin şahsı manevisinin memuriyetini ifşa ve izhar kendisinden taleb-i kiramen vesaire gibi bir takım lüzumsuz iz’aclara (müceddidlerde olduğu gibi) teklifi malayutaklara yol açar ve bu da vazifeyi hidayetin hüsn-ü ifasına engel teşkil edebilirdi. Çünkü: hidayet-i havarık keramata değil, iz’an ve teemmüle istinad eder.
İkinci ve en esaslı sebep ve Üstadın inkarın hakiki saiki ise, Üstadın bu muazzam hidayet hareketinde şahsının medhali olmadığını ve bu füyuzatı doğrudan doğruya mahzeni Kur’an ve şemsi hidayet olan Zat-ı Akdes-i Risaletten aldığını ve Risale-i Nurun o afitab-ı cihanına ben bu zamanda zahir olmuş şuaatından başka bir şey olmadığını ve bu şellale-i pür-envarın doğrudan doğruya hakikat-ı Muhammediyenin (A.S.V.) Risale-i Nur ayinesinde nümâyân olmuş bir aksinden ibaret olduğunu anlatmak istemesidir. “Demek ne benim ne başkasının değil Kur’an-ı azimüşşanın hakikatlarıdır. Biz de kaleme almışız.” Cümleleriyle “benim ne haddim var ki: onlara sahip çıkayım” cümleleri bu hakikatı çok aşikar gösteriyor.
Ve Üstadın bir katipte bir kalem gibi tasarrufu Resulüllahta bir kalem-i hakikat olduğunu koyuyor. Ve yine bu dersi bize anlatıyor ki: Üstad Risale-i Nurun fehminde bütün makamata uruç etmiş, insanların ekserisinde hükmünü icra eden akıl maasını çoktan terk etmiş, akl-ı maadda karar kılmış ve hakaiki hakkalyakin mertebesinde müşahede mazhariyetine nail olmuş ve bu zulmet asrını ışıklandırabilecek kabiliyet ve ehliyette yaratılmış. İman ve Kur’an hizmetinde bir memuri ilahi ve bir varisi Resulüllahtır. Eski Said ve yeni Said tabirleri bu hakaika işaret ettiği gibi “şahsım hakkındaki cezbe ve ihtilal-i ruhiyi bu noktadan kabul ediyorum” ve, “benim aklım onların aklının cinsinden değildir” ve, “manevi bir meclis-i ruhanide ruhaniler benden sual sormuşlar” ve “o istihraclara Risale-i Nurun verdiği ehemmiyet ihtila-i ruhiye değil tam bir inkişafı ruhinin eseri olabilir” cümleleri de bu hakikatı gösteriyor. Zaten Ma’kes-i Envar-ı Muhammediye olabilmek en yüksek derecede bu kabiliyetleri ihfaz etmekle kabili husuldur.
BURASI HAPİSHANELİKTEN ÇIKTI BİR CAMİ HALİNİ ALDI
Sevgili kardeşim! bu kanaatler sırf bu son dersin beyanlarından da mülhem olmuş değildir. Bu kanaatlar aynı zamanda bütün bu mücahede esnasında enzar-ı ferasete kendini hissettirmiş olan şamil-i inayet ve avatıf-ı ilahiye asarının da bir neticesidir. Arkadaşlarımızdan birçoklarının gördüğü çok manidar rüyalar bunların bir kısmıdır. Hele bu hizb-i ilahide istisnasız bütün efrad-ı ailesiyle hizmete girmiş ve her sahada vazife almış ve Hazret-i Üstadın lisanıyla kendisine “Risale-i Nura Cenab-ı Hakkın bir ihsanıdır” denilmiş olan İhsan namında çalışkan bir bahtiyarın gördüğü mütenevvi rüyalar pek şayan-ı dikkattir. Kezalik aynı cilve-i inayet asarındandır ki: Bulunduğumuz hapishane bir mescid-i kübra halini almış ve hiç ıslah kabul etmez zannedilen en serkeş anasır dahi feyzi ilahinin re’fet ve revnakı içinde tamamen erimiş ve adeta bir ünsiyet ve melekiyet camiası tekvin etmiştir. Envar-ı hidayetin insan ruhları üzerindeki ihyakar ve ıslahkar tesirini muarızlara fiili bir cevap olarak göstermek için bahş edilen bu eseri inayet o kadar kıymetlidir ki: bunun şaşaası ve sahariyeti karşısında adeta tedehhüş eden hapishane idaresi, makamı şikayette “burası hapishanelikten çıktı bir cami halini aldı” diyecek kadar ürkmüşlerdir.
Hapishaneye girdiğimizden bu ana kadar mahkümlar arasında herhangi bir vakıa-ı müessifenin zuhur etmeyişi bu hakikatın resmi delilidir. Kezalik mahkemenin şekli ceryanında ve şahitlerin hali istimaında ve iddia makamı ile arada tekevvün eden bütün münakaşa ve müdafaaların suret-i hudusunda o kadar garip asar-ı tetabuk zahir oldu ki, bütün bu tecelliyat beşeri iradelerin tamamen fevkinde bir sevk ve idarenin belirtilerini bize ra’yel ayn gösterdi. En nihayet Üstadın temsil ettiği Risale-i Nur ve şakirdlerinin çehreyi maneviyesi ve ondan akseden feyzi Samedani ve envar-ı Muhammediye (A.S.V.) erbabı uyuna o kadar esaslı misaller verdi ki bunların karşısında susmamak elden gelmiyor.
İSTİKBALİ İSLAMİYET HAKKINDAKİ MÜJDESİNDE KATİ OLDUĞUNU…
Mesela, son derste “yıkılmış bir mezarım ki: yıkılmıştır içinde” beyti ile başlayan ve bundan otuz sene evvel lemaatta intişar eden bir dersi manzumda yıkılmış zannedilen bu ziyaretgah, zihayatın (mutu kable ente mut) ile fani hayattan baki hayata doğmuş bu hayatı cavidanı abidesinin ömrünün yetmişinci senesinde nasıl bir meşale-i hidayet ve şahikayı celadet halinde yükselerek zayıf ve natuvan şakirdlerinin fevkinden bütün bir cihan-ı zulmet nasıl envarı hidayet ve riyahı inşirah neşredeceğini gösteren ve hali islamiyete ağlıyan ve barğahı ulviyete iltica eden ve feyzi islamiyetin bütün cihanı tenvir ederek bu ziyafet-i Rahmaniyenin bütün bedbaht insanlığı kana kana saadet ve hidayet kevseriyle sulayacağını müjdeleyen beyanat var ki, bu kadar tasarruf ve vüs’atı irfan karşısında insan hayretlere düçar oluyor. Hayatının yetmişinci senesinde kardeşleriyle beraber ifa edeceği en yüksek vazifeyi otuz sene evvel bildiren, meşale-i irfanın muahhar hadisat hakkındaki beyanlarının sıhhatinde şüphe edilemeyeceğini, istikbali İslamiyet hakkındaki müjdesinde kati olduğunu içinde bulunduğumuz hadise katiyetle ispat eder.
Sevgili kardeşim! hakikatın hizmetinde hepinizden geri ve hepinizden sonraya kalan ve bila şüphe kendisini ezher-i cehd bütün kardaşlarının dun’unda gören bu biçare kardeşinizin size karşı hasretinden ilham almış olan bu tahassusatını hüsn-ü kabul buyurmanızı ve ondaki nevakısı, kendisinin safvet-i kalbine ve temiz niyetine bağışlamanızı rica ederken bu mektubumu Üstadın vesatatı aliyeleriyle size gönderiyor ve şefaatinizden bizi de mahrum etmemenizi ve indi ilahide ve huzuru Habib-i Zişan da bu fakiri de yad etmenizi istirham ediyorum.
Mektubuma şu ayet-i kerime ile son veriyor ve bunu okumak zahmetini ihtiyar eden muhterem kariden de hakikat şehidi merhum Hafız Ali Efendinin ruhuna bir Fatiha-ı şerife ihda etmesini temenni ediyorum.
Bismillahirrahmanirrahim.
Yuridune liyudfiu nurallahi biefvahihim vallahu mutimmu nurihi velev kerihel kafirun.
Rızaen-lillah Fatiha
Aciz kardeşiniz
Ahmed Feyzi
(r.aleyh. ecmain)