Cemiyetin çekirdeğidir âile! Cemiyet ağacı o çekirdekten fışkırır, meyve verir. Meyvesi insandır cemiyetin; âile bir cihette en küçük, bir cihette ise en büyük müessesesidir: İnsan orada yetişir, değerler orada başlayıp orada muhkemleşir, cemiyet sureta küçük hakikatte insanlık kadar büyük o çatının altında serpilip gelişir. Âile yıkıldığı gün cemiyeti ayakta tutacak ana sütun çökmüş demekdir, cemiyet de yıkılıp yok olur, olacaktır.
Altmış yıl kadar önceki âilemi hatırlıyorum. On bir kardeştik, iki değil… Babamın hiçbir zaman şiddet ve tehdide varmayan otoritesini yirmi dört saat hissederdik. Otoritesini sarsmak, hududlarının dışına çıkmak, firar etmek aklımızın köşesinden bile geçmezdi. Hürmette kusur etmek büyük ayıptı. Dışarıdan her girişinde mutlaka ayağa kalkardık; oturmadan oturmazdık. Müşfikti, sevgisinden, fedakârlığından hiçbir zaman şüpheye düşmezdik. O bizim babamızdı, on bir kardeşin istinad duvarı; yıkılması imkânsız hisarı.
Kızdığı da olurdu şübhesiz, arada bir sesinin yüksek çıktığı da. Haksız ve suçlu olabileceği aklımızın köşesinden geçmezdi. Babalar evladlarına karşı asla suçlu ve haksız olmazlar. Çünkü onlar babadırlar, çocuklarına bütün varlıklarını, ruhlarıyla birlikte her zaman fedâ etmeye hazır babalar. Hiçbir çocuğun başı sıkışmaz, hiçbir çocuk darda kalmaz. Zirâ babası vardır, ne yapar eder çocuğunu darda bırakmaz, kurtarır. Bu inanç hayat dağdağa ve endişeleri karşısında çocuğun ruh dünyasını sarp surlar gibi muhkemleştirir; emniyet telkin eder. Biz de öyle idik. Çünkü babamız vardı…
Evin içinde eli maşalı dolaşan daha çok annemdi. Dile kolay, beşi kız on bir çocuğu edeblî ve ahlâklı büyütmek, namuslarıyla baş göz etme mükellefiyetini taşıyordu. Bir taraftan çocuklarının tırnağı taşa değse ruhu çıkan bir şefkat, öbür taraftan bilhassa namus ve ahlâk endişesi uykularını kaçıran bir ruh taşıyordu. Çünkü o, anne idi, dünyaya da sadece ve sadece anne olma mükellefiyetiyle gelmişti. Elbet de yaşayacaktı, elbet de eğlenecek, elbet de dinlenecekti. Ama bütün bunları anne kalarak yapıyordu. Zirâ hiçbir zevk, hiçbir eğlence annelikten gelen o ulvî hazzın, o derin endişe ve korkuların önüne geçemezdi.
Bir milletin iki vatanı vardır, biri maddî, diğeri mânevî. Birincisi üzerinde yaşadığı, karnını doyurduğu topraklardır. Düşman işgaline uğrayan çok ülke var ki, işgal altında iken ilerlemiş, bilenmiş ve hürriyetini daha parlak bir şekilde kazanmıştır. Kaybedilen maddî vatanı kazanmanın her zaman bir imkânı vardır.
Mânevî vatan ise; milletin inançları, tarihi, ahlâkî değerleri, örf ve an’anesi ile bütün bir irfânıdır. Mânevî vatanı işgâl edilen milletlerin millet olarak kalması ve yeni baştan hürriyetlerini kazanması birincisine göre daha zor, daha imkânsızdır. Cumhuriyet Ankara’sının yaptığı, Batılılar hesabına bir zihin işgâlidir.
Bin yıl İslâm’ın bayraktarlığını yapmış kahraman bir miletin bütün değerleri tahrib ve inkâr edilmiş, millet fiili bir işgâl altında yaşayabileceği hürriyetsizlikten daha büyük bir hürriyetsizliğe mahkûm edilmiş, kaskatı bir istibdadın cenderesinden geçirilip yeniden şekillendirilmiştir. Yaşatılan bir şuur iğdişidir, mankurtlaştırmadır.
Âile ile aslî ruhu kadın ve anne bu zihnî işgâl ve tahribkârlığın merkezî hedefi olmuştur. Anne yıkılmadan âile, âile yıkılmadan cemiyet yıkılmaz. Cemiyetimizi yıkmak kasdı ile harekete geçenlerin kadından, anneden ve âileden başlaması tesadüf değil, dehşetli bir şeytaniyetin neticesidir.
Cemaat ve tarikatların mânevî himayesinde korunmaya, yaşamaya çalışan âile, yazık ki asıl zararı tam da âileyi korumakla mükellef olan ehl-i iman bir kitlenin iktidarı döneminde görmeye başladı. AB denilen lânet ortaklığa dahil olacağız diye, reform veya uyum yasaları adıyla başlatılan yıkım, üç çeyrek asır Kemalizme rağmen direnen âileyi çökme noktasına getirdi; yarı varlığından fazlası dipsiz bir uçurumdan sarkmış vaziyette, düştü, düşmek üzere.
Serbest bırakılan zina, kadına şiddet bahanesiyle uygulamaya konan ağır müeyyideler, kadının ekonomik hayata geçişi için yapılan teşvikler âilenin ana direği anneyi sıradanlaştırmakla kalmadı, babayı da üçüncü sınıf vatandaş durumuna düşürdü. Ne baba kaldı ne anne...
Babalığı da mahvettiniz. Evin içinde tam bir şamar oğlanına çevirdiniz fukarayı. Çocuğuna ters baksa kötü muameleden, eşine bir parça sesi yüksek çıksa kadına şiddetten kendisini sokakta buluyor. Böylesi bir âilede değil çocuk, salatalık bile yetişmez. Âile bitti, bitirdiniz!
İşin kötüsü, bu tehlikeli gidişata dikkat çeken herkes ahlâksız ve hain bir güruhun linç ve karalamalarının hedefi haline getirilip söylediğine söyleyeceğini bin pişman ediliyor. Son örneği haysiyetli ilim adamlarından Prof. Mehmed Karalı oldu. Bu bir çöküştür, çıkış değil!
Âileyi yıkar veya yıkılmasına seyirci kalırsanız ne millet kalır ne vatan! Geçtiğimiz günlerde gayr-i meşru hayat yaşayan bir aktrisi gördüğü şiddet vesilesiyle kadın olduğu için kanatları altına alan bakanlık, hangi hisarları yıkmakta olduğunun farkına bile varmamıştı maalesef!
AB denen şeytana hoş görüneceğiz diye bütün cinsî sapıklıklara kanun şemsiyesi kurmak cemiyete kefen ısmarlamaktan farksızdır, sevgili AK Partililer. Yapmayınız… Ekonomi düzelebilir, tehlikeli savaşlar başlayıp bitebilir. Unutmayınız ki, âile yaşıyorsa her güçlük aşılabilir. Ama âile yıkılmışsa, âileyi yıkmışsanız hiçbir şeyi kurtaramazsınız, ne millet kalır, ne üzerinde hürriyet içinde yaşayabileceğimiz vatan toprakları.
Yol yakınken bu dehşetli oyunu görünüz artık…