Kur'ân'ın i'cazını isbata adanmış “Yirmibeşinci Söz”ün sayfaları arasında dolaşırken, Kur’ân’ın ona gereğince talebe olabilen bir insanın bakışına nasıl bir dikkat ve derinlik kazandırdığını da anlama imkânı buluruz. Bu geniş ve derin risalenin içinde hele öyle bir bölüm vardır ki, bir Kur’ân talebesi olarak Bediüzzaman’ın ‘müceddid’liğinin de isbatı niteliğindedir.
İlgili bahiste Bediüzzaman, Kur’ân’ın ümmî nebînin kendi sözleri olduğunu iddia eden münkirlere cevaben âlemler Rabbinin “Öyleyse, siz de bir benzerini getirin” diye meydan okuyuşunu, sadece o günün müşriklerini ve münkirlerini değil, bugünün müşrik ve münkirlerini de içerecek şekilde tefsir eder. Âlemler Rabbi “İnsanlar ve cinler biraraya gelip birbirlerine yardım etseler, yine Kur’ân’ın mislini getiremezler” diye meydan okurken (bkz. İsra, 17:88), Bediüzzaman’ın ifadesiyle ‘nev’-i beşerin, belki cinnîlerin de netice-i efkârları olan medeniyet-i hâzıra,’ Kur’ân’ın bu meydan okuyuşuna güya ‘Kur’ân’ın hükümlerinin mislini getirerek’ cevap verme çabasında ve iddiasındadır.
Bu ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Bediüzzaman bütün dünyayı hâkimiyeti altına alma gayretindeki Batı uygarlığında şu özellikleri tesbit etmektedir: (1) Bu uygarlık, Kur’ân’ın semavî hükümlerine karşı beşerin arzî hükümleriyle meydan okuma, ‘Kur’ânî medeniyet’e bir cevap ve alternatif oluşturma iddiasındadır. (2) Batı uygarlığı, bu uğurda vahiyden kopuk bütün görüş ve anlayışları harmanlamış; bir anlamda, sözkonusu iddiasını isbat çabası içerisinde ‘bütün insanlar’ı yardıma çağırmıştır. (3) Batı uygarlığını, sadece vahyi reddeden insanların beraberliği olarak açıklamak yeterli değildir; ‘belki cinnîlerin de’ ifadesinden anlaşıldığı üzere, bu uygarlığın ‘şeytanî’ bir tarafı da vardır. Bir bakıma, Batı uygarlığı, insî ve cinnî tâbileriyle İblis’in Kur’ân’a karşı son ve en büyük huruc harekâtı niteliğindedir.
Batı karşısında mağlup bir zihin ve yorgun bir ruh hali içinde orada pişirilip servis edilen herşeyi kabule yatkın nicelerinin yaşıyor olduğu İslâm coğrafyasında Bediüzzaman’ın bu ‘medeniyet-i hâzıra’ yorumu, ziyadesiyle uyarıcı ve uyandırıcı bir mahiyet arzeder. Demek ki, mü’minler, Batıdan gelen herşeyi ‘insanlığın ortak mirası’ gibi görüp almadan önce, ‘nev’-i beşerin, belki cinnîlerin de netice-i efkârları’ olan bu uygarlığın ‘“İnsanlar ve cinler biraraya gelip birbirlerine yardım etseler, yine Kur’ân’ın mislini getiremezler” ilâhî meydan okumasına beşerî, belki şeytanî bir cevap verme çabasını gözönüne alma durumundadırlar.
Nitekim Bediüzzaman, ilgili bahsin ilerleyen satırlarında Kur’ân medeniyeti ile Batı uygarlığı arasındaki temel zıtlaşma noktalarını harikulâde bir vuzuhla özetledikten sonra, doğrudan gündelik hayata temas eden birkaç örnek karşılaştırmada bulunur. Bediüzzaman’ın burada kullandığı dört örneğin birinin doğrudan ‘sosyo-ekonomik’ hayatla, üçünün ise ‘aile’yle ilgili olması ise bilhassa manidardır. Daha da manidarı, ‘aile’ye dair bu üç meselenin, Batı uygarlığının sözcülerinin İslâm’a yönelik saldırılarında en ziyade öne çıkan konular olmasıdır. Bediüzzaman, Kur’ân’ın i’cazını, kendilerini Kur’ân’a karşı en güçlü hissettikleri bu üç konuda Batı uygarlığının sergilediği aczi ortaya koyarak isbatlamaktadır.
Batı uygarlığı ile Kur’ân medeniyeti arasında bu dikkate değer dörtlü karşılaştırmanın bize de söylediği birşey vardır. Bu dört karşılaştırmanın ilk unsuru sosyo-ekonomik hayatla, üçü de aile hayatıyla ilgili olduğuna göre, demek ki, bu zamanın mü’minleri özellikle bu açıdan bir ‘beşerî/şeytanî’ saldırıya maruz kalacaklardır.
Nitekim, kalmaktadırlar.
Bugünün dünyasında, kendi ekonomi sistemini bütün dünyaya dayatan Batının gözüyle bakılırsa, ‘faiz’ iktisadî hayatın olmazsa olmazıdır. Gerek fertler arası, gerek devletler arası iktisadî ilişkileri ‘faiz’ üzerine temellendirmiş bir anlayıştır karşımızdaki. Farklı ellerdeki tasarrufları biraraya getirerek bir büyük sermaye havuzu oluşturmanın helâl yolları varken, kredi kartıyla gerçekleşen üç kuruşluk bir alışverişten devletler arası bir kredi anlaşmasına kadar uzanan her alanda sistem faizle işler durumda tasarlanmış haldedir. Fazladan parası olanlar, para sıkışıklığı olanlara para satarken bir kat daha kazanmakta; böylece, fertler ve devletler arası zengin-fakir uçurumu giderek artmaktadır. Bu uçurumu büyüten bir diğer unsur, Kur’ân’ın yasakladığı faiz âdeta ekonomik hayatın ‘farzı’ kılınırken; Kur’ân’ın diliyle zenginlerin kazancı içinde fakirin ‘hakkı’ olan zekât emrinin yok sayılması vardır. Zekâtı emredip faizi yasaklayan Kur’ân’ın tam zıddına faizi emredip zekâtı yasaklayan bir anlayıştır ortadaki. Bu anlayışın kişiler, toplumlar, devletler ve bir bütün olarak dünya için saadet mi, huzur mu, yoksa gerilim ve çatışma mı sunduğu ise, bu ‘uygar’ asrın en depresif kişisel hayatların, en büyük sosyal çatışmaların ve en ölümcül savaşların asrı olmasından anlaşılmaktadır.
Sözün kısası, Kur’ân’ın sosyo-ekonomik hayatı doğrudan ilgilendiren iki emrinin zıddına hükümler ihdas eden Batı uygarlığının insana sunduğu psikolojik, iktisadî, sosyal ve siyasal tablo, onların Kur’ân’a karşı aczlerini ve Kur’ân’ın i’cazını ortaya koymaktadır.
Bediüzzaman’ın Kur’ân medeniyeti ile Batı uygarlığı arasında bir karşılaştırma yaparken kullandığı dört örnekten üçü ise, doğrudan aile hayatıyla ilgilidir. Bunlardan biri tesettür emri, diğeri ‘taaddüd-ü zevcat’ izni, üçüncüsü mirasın erkek ve kız çocukları arasında farklı oranlarda pay edilmesidir. Ki modern zamanlarda yaşayan her mü’min, Kur’ân’ın zamanlar ve mekânlar üstü hitabının ‘devrinin geçtiği’ni söylemeye yeltenen ağızların faiz yasağıyla birlikte en ziyade bu hükümler üzerinden İslâm’a lâf söylüyor olduklarını tecrübe etmektedir.
Gelin görün ki, üçü de aile hayatını doğrudan ilgilendiren bu üç konuda Kur’ân’a laf söyleyen Batının sözümona ‘Kur’ân’a alternatif’ olarak sunduğu hükümleriyle nasıl bir aile ve toplum hayatı sunduğuna bakıldığında, yine onların acziyle birlikte Kur’ân’ın i’cazı açıkça görülmektedir. Batı uygarlığı Aya insan taşıyan veya uzayın derinliklerine doğru yol alıp dünyaya fotoğraflar gönderebilen araçlar yapmış, atomu parçalayıp partikülleri hızlandırmayı başarmış, daha nice teknoloji harikasıyla insanlığın önünde arz-ı endam etmiş; ama insanların iç dünyasında huzur ve sükûnun tesisi, mutlu bir aile hayatı, âhenkli bir sosyal hayat inşasında tam bir başarısızlığa duçar kalmıştır. Kişi, aile ve toplum, hele ki eğitim üzerine bu kadar sermaye, emek ve zaman sarfedilmesine; âdeta bir akademisyen ordusunun psikoloji, sosyoloji, antropoloji, psikiyatri diye uzayıp giden nice disiplin içerisinde bu konuda ziyadesiyle detaylı çalışmalar yürütmesine rağmen, vâkıa budur. Bu kadar araştırmaya, bu araştırmalardan elde edilen bu kadar bulgu ve bilgiye, bu bulgu ve bilgilerden hareketle dile getirilen bunca düşünceye ve bu düşünceleri bir kanun hükmüne dönüştüren böylesine güçlü devlet mekanizmalarına rağmen, ortada kocaman bir sıfır vardır. Kur’ân’ın özellikle de aile ve kadına dair hükümlerini İslâm’a saldırı sebebi kılan Batı uygarlığı, uyumlu ve kalıcı evlilikler, çocuk eğitimi, kardeşler arası beraberlik ve dayanışma; dolayısıyla âhenkli bir sosyal hayat tesisi noktasında tam bir başarısızlık anıtı durumundadır. Oysa onun ‘geri’ gördüğü İslâm toplumu, Batıdan gelen asırlık saldırılarla aldığı büyük darbelere rağmen, insanî vasıflar, aile hayatı ve sosyal dayanışma itibarıyla hâlâ daha Batıdan fersah fersah ileri durumdadır. Batıda hayatlar Batının parçalamakla övündüğü atomdan daha beter halde parçalanmış durumda iken; uğradığı bütün saldırılara ve bu saldırıların yol açtığı aşınmalara rağmen Müslüman toplumlarda kişiler, eşler ve kardeşler daha daha diğergâm, daha huzurlu ve daha dengeli bir hayat yaşamaktadır. Keza, aile hayatını mahveden ahlâkî düşkünlüklere ve sefihliklere, uğradığı her türlü darbeye rağmen, ilgili Kur’ân hükümlerine en azından bir derece tâbi ve teslim olunabildiği için, Müslüman toplumlarında daha az rastlanmaktadır.
Bediüzzaman’ın, “Yirmibeşinci Söz” gibi bir şaheserde ‘beşerin aczi’ne karşı ‘Kur’ân’ın i’cazı’nı isbat ederken verdiği örneklerin daha ziyade aileye dair olmasının, biz bugünün mü’minlerine bakan bir tarafı da vardır. Çünkü, Kur’ân’ın esaslarına karşı Batıdan gelen saldırı ziyadesiyle kuvvetli olduğu için, zayıf vaktinde mü’minlerin nefislerini, akıllarını ve hatta kalplerini de etkisi altına almaktadır. Nitekim, kendisini imanla ve İslâm’la tarif ettiği halde, iş bu imanın hayata, hele ki aile hayatına taşınmasına geldiğinde Batılı anlayış ve tarzların etkisi altında Kur’ân’ın ölçülerine karşı zihinsel ve fiilî direnç sergileyen çok sayıda insan bulunmaktadır. Başka kanalların yanısıra özellikler filmler ve diziler ile hayatlarımıza giren Batılı ‘görenek’i ikame uğruna, aile hayatına dair nice Kur’ânî ölçü ‘gelenek’ diye kenara itilir durumdadır. Nice zihinlerde, Kur’ân’ın ve sünnetin bu konuda söyledikleri değil; Batılı psikoloji, sosyoloji, pedagoji, psikiyatri vs.nin söyledikleri ‘müsellem’ birer esas durumundadır. Bunun sonucu ise, kişilerin, ailelerin ve toplumların Batıda yaşadıklarının giderek Müslüman topraklarda da yaşanmaya başlamasıdır.
Tam da bu sebepten, Bediüzzaman’ın âlemler Rabbinin zamanlar ve mekânlar üstü ezelî hitabı olarak Kur’ân’ıyla ortaya koyduğu ölçülere itaat ve riayet hususunda ortaya koyduğu yaklaşım uyarıcı ve uyandırıcıdır. Bu uyarı ise, aile hayatına dair bir Kur’ân âyetinin sonunda âlemler Rabbinin buyurduğu bir hakikatten kuvvet almaktadır: “Allah bilir, siz ise bilmezsiniz.” (bkz. Bakara, 2:216)