Tefekkür fikri yolculuk (seyr-i süluk) demektir.
İnsan bir yolcudur.
Kur’an’da çizilen “ahsen-i takvim”e ulaşmak; yani insan kendine verilen en uygun sureti aramaktadır.
Richard Feynman; “teoriniz ne kadar zarif olursa olsun ve siz ne kadar akıllı olursanız olun, eğer deneyle uyuşmuyorsa, o zaman yanlıştır” diyor.
Tefekkür, buradaki deney ve gözleme dayalı süreçlerin (tahkik) tümünü kapsar.
Endülüs’ün parlak düşünürü İbn-i Tufeyl'in pek çok Batılı benzerlerine ilham veren felsefî romanı, Hayy bin Yakzan hakikate akılla ulaşmaları anlatan böyle bir eserdir.
Hayal etmek güzeldir, insan ulaşamayacağı yere ve zamana hayaliyle gidebilir. Jule Verne, bunu pek çok kez gerçekleştirmiştir. Arzın merkezine yolculuk, Ay’a seyahat, Deniz altında yirmi bin fersah gibi hayalin bilim kurgusunun ilk örnekleri böylece ortaya çıkmıştır. Batı hala bu yolda yürümektedir.
Filibeli Ahmet Hilmi, Amak-ı Hayal’de ‘Raci’nin hatıratı’ olarak kahramanlarına pek çok hayal gördürür, “mutlak hakikate ulaşmanın yollarını, insanın tasavvufî yollardan yükselişini, insanî boyuttan ilahî boyuta yükselişini işler. ”
İmam-ı Gazali, Mişkat’ül Envar’ıyla “nurlu bir seyahat” yaptırmaktadır.
Mevlana Celaleddin, kalbiyle semada pencereler açarak (Gazali, his ve hayal altındaki her şeyi arz olarak tanımlar. “Semavat da buna dâhildir” der. “Duyulardan hariç olan ise, o kişinin semâsıdır.”) hakikati aramıştır. Nihayette, Mevlana:
“Hepsinden üstün, bizim iç semamız; bütün zerrelerimiz, yüz çeşit nazla O’nun ışığında oynayıp durmakta” diyecektir. (Bediüzzaman da “cinan-ı hilkatte cilvegar olan ve şair denilen bülbüllerin nağamatı”ndan bahseder. )
“Havassının en genişi hayal olduğu halde, o hayal akıl ve aklın semerelerini ihata edemez” der Bediüzzaman.
Ayet’ül Kübra risalesinde: “seyahat-ı fikriyede bulunan meraklı ve terakki ile zevki ve şevki artan dünya yolcusunu” anlatır. Bu “akıl ve kalbde seyahat eden” bir yolcudur.
Bediüzzaman “akıl ile kalp arasında berzahî bir yol” bulmuştur. Akıl ile kalp arasında gidip gelen bir fikri yolculuğu gerçekleştiriyordur. (Bunun yoruculuğunu, çoğu zaman gidip gelmekten bîtap düştüğünü de anlatır. )
Ayet’ül Kübra’daki yolcu iki yönlü tefekkürü iki ayrı kapıdan girerek gerçekleştirir: Birincisi “…hakikatin azamet-i ihatasının şehadetiyle” sonuçlanır. Diğer kapı ise: “… hakikatinin azamet-i ihatasının müşahedesiyle” tamamlanır.
Bediüzzaman tefekküründe akla sorular sormak önemli bir aşamadır. Bunun için aklı ve fikri doğru tanımak ve tanımlamak gereklidir:
“İnsanın akıl ve fikir meydanı öyle bir vüs'attedir ki, ihatası mümkün değildir; ve o kadar dardır ki, iğneye mahal olamaz.
Evet bazan zerre içinde dönüyor, katre içerisinde yüzüyor, bir noktada hapsoluyor.
Bazan de, âlemi bir karpuz gibi eline alır ve kâinatı misafireten getirir, akıl odasında misafir eder.
Bazan de o kadar haddini tecavüz eder, yükseğe çıkar ki; Vâcib-ül Vücud'u görmeğe çalışır.
Bazan da küçülür, zerreye benzer.
Bazan da semavat kadar büyür.
Bazan da bir katreye girer.
Bazan da fıtrat ve hilkati içine alır... ”
Buradan anlaşılan, ayrıca, tefekkürün başlı başına bir görme biçimi (nazar) olduğudur.
Çok okuyan mı, çok gezen mi bilir sorusunun cevabı, Einstein’in “imgelem bilgiden daha değerlidir” tespiti ile birlikte düşünülebilir. John Berger’in Görme Biçimleri’nde imgelemi (muhayyile) ‘yeni dönemin gücü’ olarak tarif etmesi de “bu gücü ele geçirmenin bilgiye sahip olmaktan daha önde olacağı” ifadesi ile tefekkür anlamına zihinde bir yer açılacağı görülüyor.
Bu aşamada, “alem-i şehadete suretiyle ve alem-i gayba manasıyla bakmak” gereği üzerinde üreyen soruna dikkat çekiyor Bediüzzaman ve “alem-i misal o müşkülü halleder” diyor.
İmgelem gücünün yeri burada beliriyor. Kur’an’daki temsiller (ki en güzel misaller Allah’a aittir) yol göstericidir. Bediüzzaman’ın yolculukları ve yolcuları (Küçük Sözler’dekiler örneğin) genelde birer temsilden ibarettir. Buradaki temsil, aynı zamanda hakikatlerin tenzilini (alt boyuta indirgenmiş biçimi) ifade eder.
Sırr-ı temsil dürbünüyle en uzak hakikatler yakın gösterilebilir, temsil basamaklarıyla en yüksek hakikatlere çıkılabilir ve temsildeki bütünlükle en dağınık meseleler toplattırılabilir.
Bu temsiller akla düşen hakikatlere birer işaret olarak bırakılıyordur; sonra bunlar Kur’an’dan gelen nurlar olarak insanın semasını aydınlatacaktır. Böylece, akıl ve felsefenin düştüğü karanlıklardan tevhid nurunu çıkaracak bir sırra kavuşabilecektir.
Bediüzzaman yolcusu için tefekkürde emniyet özgürlüğün teminatıdır; emniyet ise sadece mutlak itikad ile temin edilebilir. Bunu gerçekleştirecek, kainata yayılmış olan azamet ve kibriya hakikatidir.
Bu noktada Gazali’nin şu ifadesi de yerini bulmalıdır: “Hür insanların kalpleri, sırların kabirleridir”.
Bazı sırlar bu kalplerde gömülü kalır, başkalarına açıklanmaz. Bu hür insanlar, şeytanın tahakkümünden ve nefs-i emmarenin istibdadından kurtulmuş kimselerdir.
Bediüzzaman, Kur’an’dan bulduğu yoldaki tefekkürünün diğerlerinden farkını kıyaslamalarla açıklıyor:
…tasavvur değil, tasdiktir.
… Teslim değil, imandır.
…Marifet değil, şehadettir, şuhuddur.
…Taklit değil, tahkiktir.
…İltizam değil, iz’andır.
…Tasavvuf değil, hakikattir.
…Dâvâ değil, dâvâ içinde burhandır.
İmam-ı Rabbani’den aldığımız dersle de anlıyoruz ki: Kalp, ruh, sır, heva, hafi, ahfa ve anasır-ı erbaa gibi pek çok insana ait (Mevlana’nın kendi iç semamız dediği) duyular da tefekkür için akla ve fikre yardımcı araçlar olarak kullanılabilecektir.
Tefekkürün iki tür izleği olmalı, hem kendi içinde derine ve dikey (kendi iç semamız), hem de zamanın üzerinde (kainat yolcusu) yatay olarak... Birincisi soyut yaklaşımı geliştirirken diğeri düşüncenin doğru konumunu ve istikrarını üretir. Yatay düşünce tek başına sığlığı ve özel yeteneğin ortaya çıkışını geciktirirken, dikey düşünce tek başına dengenin ve konumun doğru yerinde tanımlanmasını engeller, yeteneğin içerisindeki fonksiyonunu zayıflatır.
Bediüzzaman’ın tefekkürü yalnızca davadan ibaret (iddia) değildir; davanın içinde delillerdir. Delile bağlı süreçleri anlatır. Sadece fikir değildir, fikrin içinde tasdik, iz’an ve imandır. Bunun da dereceleri olarak:
Başlangıç olan taklidi imandan, tefekkürün başlamasıyla tahkiki iman arayışı ve buradan açılan yeni ufuklar;
tecelli boyutlarının yaklaşım olarak geliştirilmesi, yani ayniyet (İbn-i Sina ve Farabi’nin zorda kaldıkları yerler), yakîn tepeleridir (Kafdağları) ki bunlar:
İlmelyakin, aynelyakin ve hakkalyakin olarak ard arda belirecek, bazen iç içe birbirinin makamında bulunabilecektir.
Bunlar da, görmenin hakikatin hareket ve müziğini de üretmesi, kurgunun tamamen nazm-ı maani denilen (anlam dizimi) hüsn-ü mücerred (soyut güzellik) bostanındaki anlam dizilişinden çıkarılmasını gerektirecektir.
Bediüzzaman’ın nazm-ı maaniyi (Jule Verne’in hayalin kurgusundan Bediüzzaman’ın anlamların kurgulanmasına farkları buradan çıkarmak Batı ile Bediüzzaman tefekkürü arasındaki ince farkları da bulmamıza yardım edecektir) gerçekleştirecek süreçleri anlattığı Muhakemat’taki bölümünde yolculuğun haritası da verilmektedir.
Bediüzzaman, insan için tefekkür uzay-zamanını da: "Hattâ mü’min olan bir insanın dünyanın kuruluşundan sonuna kadar uzanan mânevî bir ömrü vardır" diyerek tanımlamış oluyor.
Dolayısıyla bir mü’minin tefekkürü tarihi de içine alan bir tecrübe içerisinde yol alacaktır. Bediüzzaman hakikate ulaştıracak tarihe bağlı kalacağını söyler. Diğer taraftan, tarihin an üzerine ve insanlığın bir fert üzerine düşen tecellisinin zihnin mahsus yeteneğiyle incelikli bir hayal, tasavvur, akıl ve izan üreteceğini; temizlenmiş ve soyutlanmış bir durum gerçeğine de sonsuz bir alanda vücud bulabileceği uzayı, imkan dairesi, çizecektir.
Kainatta her yeri istila etmiş bir imkan ve hudus hakikati vardır. Burada zamanın ve tarihe nazarın; geçmiş, an ve gelecek olarak ayrımına (nedensellik) müsaade edilmezken, bu arada anı ve ferdi de bir genele mahkum etmekten de ayrı tutacaktır.
Tefekkür, hem zaman ve tarih içerisinde hem de an ve kendi içerisinde dairesel bir tarama ile yol alışı ve bu şekilde hem zamanı hem de mekanı genişletmeyi (bast-ı zaman ve mekan) ve sınırlarını imkanın sınırlarıyla birleştirmeyi (tayy-i zaman ve mekan) istemektedir.
Bediüzzaman’ın: Cehennem nerededir? şeklindeki soruya dünyanın dönüşü üzerinden tarihin ve insanın sınırlarının haşrin ve ahiretin sınırlarıyla bağlantısını kurduğu cevabı, bu durumda imanın mü’minin akıl ve fikir uzayındaki gerçek konumuna getirdiği istikrar ve taşıdığı derinliği birlikte göstermesi açısından çok dikkat çekicidir.
Bununla birlikte, tefekkür olan fikir yolculuğunda insan, seyir sırasında neye bakacak, neyi görecek ve ne arayacak, neyi bulacaktır.
Bediüzzaman bunun için dört kelime verir. Nazar, niyet, mana-i harfi ve mana-i ismi.
Bakmanın önemi, ışığın görmeye aracı olması ile değer kazanır. İki tür ışık vardır; biri kaynaktan gelir, diğeri yansıyarak gelir. İbn-i Sina birincisine ziya, diğerine nur demiştir. (Bediüzzaman da bu ayrımı kullanmıştır)
Bediüzzaman mana-i harfi ve mana-i ismi fonksiyonlarının zihinde doğru çalışması ile tefekkürün gerçekleşebileceğini anlatır.
Zihindeki nur akıldır, ziya vicdandır.
Fenlere mana-i harfi ile bakılır, bu durumda din mana-i ismidir. Eşya mana-i harfidir, Esma mana-i ismidir.
Bazan bazı Esma bazısına mana-ı harfi ve mana-i ismi olarak çalışabilir. (İsm-i Azam duası olarak okunan, Bediüzzaman’ın sabah ve ikindi namazlarından sonraki tesbihatlarında okuduğu Esma’lardaki her ikili bu şekilde incelenebilir. )
Bazan da bazı Esma diğerinin burcunda tulû eder, yani biri diğerinin harfi olur.
Mesela eser mana-i harfi, buradan bakınca sanat mana-i ismidir; sonra sanat mana-i harfi ise fiil mana-i ismidir. İsim mana-i harfi, sıfat mana-i ismi olarak eşleştirilebilir. Sıfat ile şuunat, şuunat ile Zât’a uzanan böyle ikili ilişkiler kurulmalıdır.
Netice, her tefekkür vacib’ül vücud olan Allah’ın zâtını ifade edecek bir manayı netice vermesidir. Bunun makamı ise kalp ve vicdandır.
Yani, tefekkürün tümü nazardır da denebilir. Niyet, bu durumda, her ikili ilişkinin biçimini belirleyen bağlantıyı sağlar. Bu nedenle, nazar ve niyet eşyanın mahiyetini belirler, hatta değiştirir.
Mana-i harfi ile bakmalı, mana-i ismi görmelidir…
Neticede: “Kul hüve... demek,
Lâ meşhude bi nazaril hakikatihi illa hüve’ dir” denmiştir.
Hiçbir tefekkür ve yolculuk miraçtan ayrı tutulamaz. Tarihin en büyük hadisesi miraçtır, en büyük yolcusu da Peygamber Efendimiz (asm) dir. Miraç, başta cesed olarak, akıl, hayal, fikir, kalp, ruh.. bütün insan olarak gerçekleştirilmiş mükemmel bir yolculuktur.
En büyük tefekkür, miracın ardından gelen namazdır. Her tefekkür miracın izinden gittiği gibi, ibadet de namazın izinden ayrılamaz.
Bütün yolculuklar, fikrî ya da amelî, (mümin olsun ya da olmasın) ancak ve ancak miraçtan açılan yolun tarih içindeki izlerini takiple gerçekleşebilir.