Al-i beyt muhabbeti Risale-i Nur’da esastır

Günün Risale-i Nur dersi

Bismillahirrahmanirrahim

Aziz, muhterem kardeşim,

Evvelâ zatınızın bir risale kadar câmi ve uzun ve müdakkikane hararetli mektubunuzu kemâl-i merakla okudum. Peşin olarak size bunu beyan ediyorum ki, Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelutiye Kasidesinde rumuzlu işaretiyle pek çok alâkadarlık gösteren ve benim hakaik-i imaniyede hususî üstadım, İmam-ı Ali’dir (r.a.).

Ve (1) قُلْ لاَ اَسْئَلُكُمْ عَلَيْهِ اَجْرًا إِلاَّ الْمَوَدَّةَ فِى الْقُرْبٰى âyetinin nassıyla, Âl-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir esastır ve Vehhâbîlik damarı, hiçbir cihette Nur’un hakikî şakirtlerinde olmamak lâzım geliyor. Fakat, madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalâlet ihtilâfdan istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeâiri bozarak Kur’ân ve iman aleyhinde kuvvetli cereyanları var; elbette bu müthiş düşmana karşı cüz’î teferruata dair medar-ı ihtilâf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.

Hem, ölmüş insanları zemmetmek, hiç lüzumu yok. Onlar, dar-ı âhirete, mahall-i cezaya gitmişler. Lüzumsuz, zararlı, onların kusurlarını beyan etmek, emrolunan muhabbet-i Âl-i beytin muktezası değildir ve lâzım da değildir diye, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, Sahabeler zamanındaki fitnelerden bahis açmayı menetmişler. Çünkü Vâkıa-i Cemelde Aşere-i Mübeşşereden Zübeyir ve Talha ve Âişe-i Sıddîka (r.a.) bulunmasıyla Ehl-i Sünnet Velcemaat, o harbi, içtihad neticesi deyip, “Hazret-i Ali (r.a.) haklı, öteki taraf haksız; fakat içtihad neticesi olduğu cihetle affedilir.”

Hem Vehhâbîlik damarı, hem müfrit Râfızîlerin mezhepleri İslâmiyete zarar vermesin diye, Sıffîn Harbindeki bâğîlerden de bahis açmayı zararlı görüyorlar.

Haccac-ı Zâlim, Yezid ve Velid gibi heriflere ilm-i kelâmın büyük allâmesi olan Sadeddin-i Taftazanî, “Yezide lânet caizdir” demiş; fakat “Lânet vaciptir” dememiş. “Hayırdır ve sevabı vardır” dememiş. Çünkü, hem Kur’ân’ı, hem Peygamberi, hem bütün Sahabelerin kudsî sohbetlerini inkâr eden hadsizdir. Şimdi onlardan meydanda gezenler çoktur. Şer’an bir adam, hiç mel’unları hatıra getirmeyip lânet etmese, hiçbir zararı yok. Çünkü, zem ve lânet ise, medih ve muhabbet gibi değil; onlar amel-i salihte dahil olamaz. Eğer zararı varsa daha fena...

İşte şimdi gizli münafıklar, Vehhâbîlik damarıyla en ziyade İslâmiyeti ve hakikat-i Kur’âniyeyi muhafazaya memur ve mükellef olan bir kısım hocaları elde edip, ehl-i hakikati Alevîlikle ittiham etmekle birbiri aleyhinde istimal ederek dehşetli bir darbeyi İslâmiyete vurmaya çalışanlar meydanda geziyorlar. Sen de bir parçasını mektubunda yazıyorsun. Hattâ sen de biliyorsun; benim ve Risale-i Nur’un aleyhinde istimal edilen en tesirli vasıtayı hocalardan bulmuşlar.

Şimdi Haremeyn-i Şerîfeyne hükmeden Vehhâbîler ve meşhur, dehşetli dâhîlerden İbnü’t-Teymiye ve İbnü’l-Kayyim-i Cevzî’nin pek acip ve cazibedar eserleri İstanbul’da çoktan beri hocaların eline geçmesiyle, hususan evliyalar aleyhinde ve bir derece bid’alara müsaadekâr meşreplerini kendilerine perde yapmak isteyen, bid’alara bulaşmış bir kısım hocalar, sizin, muhabbet-i Âl-i Beytten gelen ve şimdi izharı lâzım olmayan içtihadınızı vesile ederek hem sana, hem Nur şakirtlerine darbe vurabilirler. Madem zemmetmemek ve tekfir etmemekte bir emr-i şer’î yok, fakat zemde ve tekfirde hükm-ü şer’î var. Zem ve tekfir, eğer haksız olsa, büyük zararı var; eğer haklı ise, hiç hayır ve sevap yok. Çünkü tekfire ve zemme müstehak hadsizdir. Fakat zemmetmemek, tekfir etmemekte hiçbir hükm-ü şer’î yok, hiç zararı da yok.

İşte bu hakikat içindir ki, ehl-i hakikat, başta Eimme-i Erbaa ve Ehl-i Beytin Eimme-i İsnâ Aşer olarak Ehl-i Sünnet, mezkûr hakikate müstenid olan kanun u kudsiyeyi kendilerine rehber edip, İslâmlar içinde o eski zaman fitnelerinden medar-ı bahis ve münakaşa etmeyi caiz görmemişler, menfaatsiz, zararı var demişler.

Hem o harplerde, çok ehemmiyetli Sahabeler, nasılsa iki tarafda bulunmuşlar. O fitneleri bahsetmekte o hakikî Sahabelere, Talha ve Zübeyir (r.a.) gibi Aşere i Mübeşşereye dahi tarafgirane bir inkâr, bir itiraz kalbe gelir. Hatâ varsa da tevbe ihtimali kuvvetlidir. O eski zamana gidip lüzumsuz, zararlı, şeriat emretmeden o ahvalleri tetkik etmektense, şimdi bu zamanda bilfiil İslâmiyete dehşetli darbeleri vuran, binler lânete, nefrete müstehak olanlara ehemmiyet vermemek gibi bir hâlet, mü’min ve müdakkik bir zatın vazife-i kudsiyesine muvafık gelemez.

Hattâ Sabri ile küçücük münakaşanız, hem Risale-i Nur’a, hem hakaik-i imaniyenin intişarına ehemmiyetli zarar verdiğini senden saklamam. Aynı vakitte burada hissettim, müteessir ve müteellim oldum. Sonra senin gibi ehl-i tahkik bir âlimin Risale-i Nur’a oraca ehemmiyetli bir hizmete vesile olacak Sabri oraya gelmesi, ikinizden büyük bir hizmet-i Nuriye beklerken, bilâkis üç cihetle Nura zarar geldiğini hissettim ve gördüm. Acaba neden bu zarar olmuş diye, iki üç gün sonra haber aldım ki, Sabri, mânâsız, lüzumsuz seninle münakaşa etmiş; sen de hiddete gelmişsin. “Eyvah!” dedim. “Yâ Rab! Erzurum’dan imdadıma yetişen bu iki zâtın münakaşasını musalâhaya tebdil et” diye dua ettim. Risale-i Nur’un İhlâs Lem’alarında denildiği gibi, şimdi ehl-i iman, değil Müslüman kardeşleriyle, belki Hıristiyanın dindar ruhânîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilâf meseleleri nazara almamak, nizâ etmemek gerektir. Çünkü küfr-ü mutlak hücum ediyor. Senin, hamiyet-i diniye ve tecrübe-i ilmiye ve Nurlara karşı alâkanızdan rica ediyorum ki, Sabri ile geçen macerayı unutmaya çalış ve onu da affet ve helâl et. Çünkü o, kendi kafasıyla konuşmamış; eskiden beri hocalardan işittiği şeyleri, lüzumsuz münakaşa ile söylemiş. Bilirsin ki, büyük bir hasene ve iyilik, çok günahlara keffaret olur.

Evet, o hemşehrimiz Sabri, hakikaten Nura ve Nur vasıtasıyla imana öyle bir hizmet eylemiş ki, bin hatâsını affettirir. Sizin âlicenaplığınızdan, o Nur hizmetleri hatırı için, dost bir hemşehri ve Nur hizmetinde bir arkadaş nazarıyla bakmalısınız.

Sahabelerin bir kısmı, o harplerde, adalet-i izafiye ve nisbiye ve ruhsat-ı şer’iyeyi düşünüp tâbi olarak, Hazret-i Ali’nin (r.a.) takip ettiği adalet-i hakikiye ve azîmet-i şer’iyye ile beraber zâhidâne, müstağniyâne, muktesidâne mesleğini terk edip, muhalif tarafa bu içtihad neticesinde girdiklerini, hattâ İmam-ı Ali’nin (r.a.) kardeşi Ukayl ve “Habrü’l-Ümme” ünvanını alan Abdullah ibni Abbas dahi bir vakit muhalif tarafında bulunduklarından, hakikî Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat, (2) مِنْ مَحَاسِنِ الشَّرِيعَةِ سَدُّ اَبْوَابِ الْفِتَنِ bir düstur-u esasiye-i şer’iyeye binaen (3) طَهَّرَ اللهُ اَيْدِيَنَا فَنُطَهِّرُ اَلْسِنَتَنَا diyerek o fitnelerin kapısını açmak, bahsetmek caiz görmüyorlar. Çünkü, itiraza müstehak birkaç tane varsa, tarafgirlik damarıyla büyük Sahabelere, hattâ muhalif tarafında bulunan Âl-i Beytin bir kısmına ve Talha ve Zübeyir (r.a.) gibi Aşere-i Mübeşşereden büyük zatlara itiraza başlar, zem ve adavet meyli uyanır diye, Ehl-i Sünnet o kapıyı kapamak taraftarıdır.

Hattâ Ehl-i Sünnetin ve ilm-i kelâmın azîm imamlarından meşhur Sadeddin-i Taftazanî, Yezid ve Velid hakkında tel’in ve tadlile cevaz vermesine mukabil, Seyyid Şerif Cürcanî gibi Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatin allâmeleri demişler: “Gerçi Yezid ve Velid, zalim ve gaddar ve fâcirdirler; fakat sekeratta imansız gittikleri gaybîdir. Ve kat’î bir derecede bilinmediği için, o şahısların nass-ı kat’î ve delil-i kat’î bulunmadığı vakit, imanla gitmesi ihtimali ve tevbe etmek ihtimali olduğundan, öyle hususî şahsa lânet edilmez. Belki

(4)لَعْنَةُ اللهِ عَلَى الظَّالِمِينَ وَالْمُنَافِقِينَ gibi umumî bir ünvan ile lânet caiz olabilir. Yoksa zararlı, lüzumsuzdur” diye Sadeddin-i Taftazanî’ye mukabele etmişler.

Senin müdakkikane ve âlimâne mektubuna karşı uzun cevap yazmadığımın sebebi, hem ehemmiyetli hastalığım ve ehemmiyetli meşgalelerim içinde acele bu kadar yazabildim. (Emirdağ Lâhikası, Emirdağ Lâhikası-1, 152)

(5)اَلْبَاقِى هُوَ الْبَاقِى

Said Nursî

Dipnotlar - Arapça İbareler - Haşiyeler :
1 : “De ki: Vazifem karşılığında sizden bir ücret istemiyorum; sizden istediğim, ancak akrabaya sevgi ve Ehl-i Beytime muhabbettir.” Şûrâ Sûresi, 42:23.
2 : Fitne kapılarını kapatmak şeriatın güzelliklerindendir.
3 : “Cenâb-ı Hak ellerimizi o kanlı hâdiselere bulaştırmadı; o halde biz de o hâdiselerden bahsedip dilimizi bulaştırmayalım.” Ömer bin Abdülaziz’e ait bir söz. Şa’ranî, El-Yevâkit ve’l-Cevahir, 2:69; Bâcurî, Şerhü Cevheretü’t-Tevhid, 334.
4 : Allah’ın lâneti zalimlerin ve münafıkların üzerine olsun.
5 : Bâkî olan sadece Odur.

SÖZLÜK:
acip : acayip, tuhaf
adalet-i hakikiye : gerçek adalet
adalet-i izafiye/adalet-i nisbiye : zamanın şartlarına göre değişebilen, toplumun selâmeti için ferdin feda edilmesini öngören adalet
adavet : düşmanlık
ahval : hâller, davranışlar
âlicenaplık : yüksek ahlâk sahibi
allâme : büyük âlim
amel-i salih : dince makbul olan iyi, güzel ve faydalı iş
azîm : büyük
azîmet-i şer’iye : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsini en mükemmel şekilde eksiksiz yapmaya çalışma
bâğî : idareye başkaldıran
bahis : konu
beyan etmek : açıklamak, izah etmek
bid’a : dinin aslında olmadığı halde, sonradan dine sokulan zararlı âdet ve uygulamalar
bilâkis : aksine, tersine
bilfiil : fiilen, uygulamada
binaen : dayanarak
caiz : sakıncasız, doğru
cazibedar : cazibeli, çekici
cereyan : akım, hareket
cevaz : izin, müsaade, ruhsat
cüz’î : küçük, az, ferdî
dâhî : eşine ender rastlanır hârikulade zekî, fetânet ve hikmet sahibi
dar-ı âhiret : âhiret yurdu
delil-i kat’î : kesin delil
düstur-u esasiye-i şer’iye : şeriatın esas prensipleri, ana kanunları
ehl-i dalâlet : doğru ve hak yoldan sapan kimseler
ehl-i hakikat : hakikat ehli, doğru ve hak yolda olanlar
ehl-i iman : Allah’a inananlar, mü’minler
ehl-i tahkik : gerçeği araştıran ve delilleriyle bilen âlimler
emr-i şer’î : şeriatın emri
evliya : Allah dostları, velîler
fâcir : günahkâr
fitne : ahlâkta ve toplum düzeninde azgınlık ve bozgunculuk; imtihan vesilesi olan şey
gaddar : acımasız
gaybî : bilinmeyen, görünmeyen
hadsiz : sayısız
hakaik-i imaniye : iman hakikatleri, gerçekleri
hakikat : doğru ve gerçek; bir şeyin asıl mahiyeti
hakikat-i Kur’âniye : Kur’ân hakikati
hakikî : asıl, gerçek
hâlet : durum, hâl
hamiyet-i diniye : dinin koruyuculuğu, dini koruma duygusu
harb : savaş
hasene : iyilik, sevap
hemşehri : aynı ilden olan kimse, memleketli
Hıristiyan ruhânîleri : Hıristiyan din adamları
hiddet : öfke
hizmet-i Nuriye : Risale-i Nur hizmeti
hususan : bilhassa, özellikle
hususî : özel
hükm-ü şer’î : şeriatın hükmü, kanunu
içtihad : dinen kesin olarak belirtilmeyen bir konuda Kur’ân ve hadisten hüküm çıkarma
İhlas Lem’aları : Yirminci ve Yirmi Birinci Lem’alar
ihtilâf : anlaşmazlık, uyuşmazlık
ilm-i kelâm : iman hakikatlerini ispat eden ve açıklayan bilim dalı
intişar : yayılma
istifade etmek : faydalanmak, yararlanmak
istimal etmek : kullanmak
ittifak etmek : birleşmek
ittiham etmek : suçlamak
izhar : gösterilme, ortaya çıkarılma
kanun-u kudsiye : kutsal kanun
kat’î : kesin
keffaret : günahın bağışlanmasına vesile olan şey
kudsî : kutsal
küfr-ü mutlak : sınırsız inançsızlık; Allah’ı ve Ondan gelen her şeyi inkâr etme
lânet : beddua etme
mahall-i ceza : ceza ve mükâfatın verileceği yer
medar-ı bahis : söz konusu
medar-ı ihtilâf : anlaşmazlık, uyuşmazlık sebebi
medih : övgü, şükür
mel’un : lânetlenmiş, kötülenmiş
meşreb : hareket tarzı, metot
meyil : eğilim
mezhep : dinde tutulan yol, usul
mezkûr : anılan, sözü geçen
muhabbet : sevgi
muhabbet-i Âl-i Beyt : Âl-i Beyte duyulan sevgi
muhafaza : saklama, koruma
muhalif : karşı, aykırı
mukabele etmek : karşılık vermek
mukabil : karşılık
muktesidâne : iktisatlı bir şekilde
mukteza : bir şeyin gereği
musalâha : barışma
muvafık : lâyık, uygun
mü’min : Allah’a ve Allah’tan gelen her şeye inanan
müdakkik : dikkatli, inceden inceye araştıran
müfrit : bir meselede aşırıya giden
mükellef : yükümlü
münafık : iki yüzlü, inanmadığı halde inanmış görünen
münakaşa etme : tartışma
müsaadekâr : müsaade edici, izin verici
müstağniyâne : ihtiyaç duymayarak, muhtaç olmayarak
müstehak : hak etmiş, lâyık
müstenid : dayanan
müteellim : elem çeken, acı duyan
müteessir : etkilenen, üzülen
nass-ı kat’î : kesin delil—Kur’ân-ı Kerim ve sahih hadisler gibi
nazara almak : göz önünde bulundurmak
nazarıyla : gözüyle, bakışıyla
nizâ etme : kavga etme, uyuşmama
ruhsat-ı şer’iye : dinin verdiği izin
Sahabe : Hz. Peygamberi (a.s.m.) dünya gözüyle görüp onun yolundan giden Müslümanlar
sekerat : ölüm ânı
şakirt : talebe, öğrenci
şeâir : işaretler, İslâma sembol olmuş iş ve ibadetler
şer’an : dinen, şeriata göre
şeriat : Allah tarafından bildirilen hükümlerin hepsi
tâbi olma : uyma
tadlil : doğru yoldan çıktığına hükmetme, dalâlette görme
tarafgirane : taraf tutarak
tarafgirlik : taraftarlık
tebdil etmek : değiştirmek
tecrübe-i ilmiye : ilmin kazandırdığı tecrübe
teferruat : ayrıntılar
tekfir : bir kişiyi küfürle itham etme, suçlama
tel’in : lânetleme, lânet okuma
umumî : genel
vacip : dinî bakımdan yapılması şart ve kesin olan emir
vazife-i kudsiye : kutsal vazife
ya Rab : ey her bir varlığa muhtaç olduğu şeyleri veren, onları terbiye edip idaresi ve egemenliği altında bulunduran Allah’ım
zâhidâne : tam bir takva içinde olarak
zem : kınama, kötüleme
zındıka : dinsizlik, inançsızlık

Risale-i Nur Haberleri