Duanın, kelime manası istemektir. Dâî, isteyen, talep eden, çağıran demektir. Kur’an'ın hülâsası olan Fatiha suresinde, önce bütün medih ve senaların Allah’a mahsus olduğu, O’nun bütün âlemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve Malik-i Yevmiddin (din gününün, âhiretin sahibi) olduğu beyan edildikten sonra, hemen “ibadet ve dua” ayeti gelir: “Yalnız sana ibadet eder ve yalnız senden yardım dileriz.”
Bir mü’min bu ayeti okumakla, “Bütün isteklerimi vermeye ve beni bütün korkulardan emin kılmaya ancak bütün âlemlerin Rabbi olan Allah kadir olabilir. Ve ben her isteğimi o Rahmân ve Rahîm olan Rabbime havale ediyorum.” demiş olur.
Bilindiği gibi, maddî ve manevî bütün terakkiler iki temele dayanır: “Menfaatı celb, mazarratı def.”
Yani, insana faydalı olanı elde etmek, zarar getirenden uzak durmak. Salih amel birinci maddeyi, takva ise ikinci maddeyi ders verirler.
Ayette geçen ibadet kelimesi salih ameli, istiane (yardım dileme) ise takvayı hatırlatır. Birincisi cennete ermeyi, ikincisi cehennemden kurtulmayı netice verir.
Dualar çok çeşitlidir. Ve her istidat sahibi bu kabiliyetinin inkişafını, her muhtaç kişi ihtiyacının görülmesini, çalışan her canlı maksadına ulaşmayı, çaresiz kalan herkes kurtuluşa ermeyi ancak Allah’tan dilerler.
Kavlî dua, yani isteklerimizi sözlü olarak dile getirmemiz, bu dualardan sadece birisidir.
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri; “Bütün mevcudattan daimi bir sûrette dergâh-ı İlâhîye duâlar gittiğini” ifade eder.
İSTEMEK BÜYÜK NİMET
İnsan her şeye muhtaç yaratılmış; her şeyi istesin diye.
Taşların yağmur diye bir dertleri yoktur, ama bu dertsizlik onları ağaçların çok aşağısına düşürür. Ağaçlar hava isterler, su isterler; dünyanın dönmesini, gece ve gündüzün gelmesini isterler; baharı isterler, yazı isterler. Bu dualar, bu istekler onları yükseltir, yüceltir; dallarını yapraklarla, çiçeklerle, meyvelerle doldurtur.
Dua, istemek demektir ve bitkiler âleminin bütün bu istekleri birer duadır. Buna “ihtiyac-ı fıtrî lisanıyla dua” deniliyor. Yani, onlar bu şeyleri yaratılışları icabı istiyorlar. Onların yaratılışına bu ihtiyacı koyan Allah, bu duaların cevaplarını da yaratıyor ve onlar da böylece hayatlarını devam ettiriyor, vazifelerini yerine getiriyor, ibadetlerini yapıyorlar.
“Sual ve cevab, dâi ve sebeb, ikisi de Hak’tandır.”(Sözler, Yirmi Altıncı Söz)
Dua, denilince, öncelikle, insanın çokça başvurduğu “kavlî dua”, yani isteklerini dile getirmek, lisan ile dua etmek akla gelir.
İnsan, Rabbinden ihtiyaçlarını kavlî dua ile bizzât isteme noktasına gelinceye kadar nice farklı dualar yaptı ve onların kabulü sonunda bu zirveye ulaştı.
Bir zamanlar o da ağaçlarla omuz omuza vermiş gibiydi ve birlikte birçok şeyler istiyorlardı. Bunların bir kısmını yukarıda saymış olduk.
Yine bir zamanlar o, hayvanlar âlemiyle de sanki bir araya gelmiş, yine ihtiyacı-ı fıtrî lisanıyla dua etmişlerdi. Yani, yaratılıştan kendilerine konulan ihtiyaçların görülmesini Allah’tan istemişlerdi. Bu duanın kabulüyle görmeye, işitmeye, yemeye, içmeye, konuşmaya, yürümeye kavuşmuşlardı.
İnsan bu noktada duracak değildi. Ona verilen mükemmel istidat ve ona takılı olan sayısız kabiliyetler çok daha ileri hedefler içindi.
İnsanlar annelerinin rahimlerinde, balıklar yumurtaların içinde, tohumlar toprak altında hep birlikte dua ediyorlardı. Kendilerine verilen istidadın inkişaf etmesini ve yolculuklarının bundan sonraki safhasında kendilerine lâzım olacak şeylerle donanmalarını istiyorlardı. İşin enteresan tarafı, insan dahil bunların hiçbiri ileride nelere muhtaç olacaklarını bilmiyorlardı. Bilmedikleri şeyi nasıl isteyeceklerdi? Onların Rabbi, istidatlarının inkişafı için neler gerektiğini biliyor ve onları bu cihazlarla donatıyordu. “Lisan-ı istidat ile dua” dediğimiz bu istekler, henüz istenmeden en güzel şekilde, en mükemmel hâliyle ve çok cömertçesine onlara ikram ediliyordu.
Çünkü onların Rabbi “Cevvâd-ı Mutlak” idi; cömertliğine bir sınır, bir had yoktu. Cevvâd, yani ihtiyaç sahibinin istemesini beklemeden ihsanıyla imdada koşan.
Öyle ki, istek sahipleri henüz ortada yokken muhtaç olacakları şeyler hazırlanıyor, sofraları kuruluyordu.
Risale-i Nur Müellifi Üstad Bediüzzaman, “On Birinci Söz”de kâinat sarayının ve içindeki misafirlerin yaratılış hikmeti hakkında bir temsil verirken bu hakikati çok güzel ortaya koyar:
“Bu hikmete binaen, cesîm ve geniş ve muhteşem bir kasrı yapmağa başladı. Şahane bir surette dairelere, menzillere taksim ederek hazinelerinin türlü türlü murassaatıyla süslendirip… tekmil ettikten sonra, herbir taam ve nimetlerinin bütün çeşitlerinden en lezizlerini câmi' sofralar, o sarayda kurdu. Herbir taifeye lâyık bir sofra tayin etti. … Sonra aktar-ı memleketindeki ahâli ve raiyetini, seyre ve tenezzühe ve ziyafete davet etti.” (Sözler, On Birinci Söz)
Temsilden hakikate geçtiğimizde akıllara durgunluk veren nice tablolarla karşılaşırız:
Temsildeki o padişah, sarayında sofralar kurdururken, misafirleri de başka mekânlarda kendi işleriyle meşguldürler. Davet vuku bulunca işlerini bırakıp saraya koştular.
Şimdi şu sorulara cevap arayalım:
- Bu yerküresi üzerinde sofralar yaratılırken misafirler nerede idiler?
- Bunlar o saraya nasıl gelecekler, o sofralara nasıl konacaklardı?
- Nasıl olmuştu da, henüz “gözler âlemi” ortada yokken güneş ve ışığı yaratılmıştı?
- Henüz “mideler âlemi” ortada yokken rızıklar hazırlanmıştı?
- Henüz ciğerler yokken, kan dolaşımı yokken,hava unsuru kirlenen kanı temizlemek üzere görevlendirilmişti?
- Henüz ayakların sözü edilmezken, yerçekimi ile misafirlerin yere bağlanmaları planlanmış ve yerküresi de onların yürümesine elverişli şekilde taş ve toprakla döşenmişti?
İşte sadece bir kısmını saydığımız bütün bu faaliyetlerle, dünyaya gelecek misafirlerin ihtiyaç duyacakları ve istidat lisanıyla isteyecekleri her şey en mükemmel şekilde hazırlanmıştı. Yani henüz dualar yapılmadan cevapları hazır hâle getirilmişti.
Bu sarayı, misafirleri için ve misafirlerine göre yapan zât, ondaki sofraları da yine misafirlerine göre tanzim etmişti.
Ve işte, meleklerin hayret ve hayranlıkla seyrettikleri muhteşem manzara:
“Misafirler sofraların içinden çıkıyor ve önceden hazırlanmış yemekleri yemeye koyuluyorlardı.”
Bu akıllara durgunluk veren hâdise ne tabiatla izah edilebilir, ne tesadüfle, ne de evrimle.
Olmayan misafirlere göre sofralar kurmak... Bunu sofranın tabiatına da veremezsiniz, evrim geçirmesine de. Bu ikinci görüşe göre, sofralar hiç tanımadıkları ve bilmedikleri misafirlere göre evrim geçirirken, henüz yoklukta bekleşen o misafirler de o sofralardan faydalanacak şekilde evrim geçireceklerdir.
Gerçek şu ki, kâinatı yaratan ve yeryüzünde sofralar kuran bu âlemin sahibi, onlardan faydalanacak misafirlerini de o nimetlere göre hazırlamıştı. Sofralar misafirlere göre, misafirler de sofralara göreydi. Her ikisi de İlâhî ilimde en güzel şekilde planlanmıştı. İlâhî takdire göre önce sofralar yaratılacaktı, sonra misafirler.
Bu misafir taifelerden birisi de insanlardı. Onlar sadece bu âlemin maddesiyle, maddî nimetleriyle tatmin olamıyor, bu sarayın sahibini tanımak ve bilmek istiyorlardı.
Sarayın sadece sofralarını değil, güneşini, ayını, toprağını suyunu, çiçeğini, yıldızını ibretle temaşa ediyorlardı. Daha önemlisi, bu son ve mükemmel misafirler kendilerini biliyor, iç organlarını, duyu organlarını biliyor, his dünyalarını biliyor, bunların her birinin görevlerini ve yaratılış hikmetlerini biliyorlardı.
İşte insanın bu çok yönlü ve mükemmel istidadı bir dua oldu. Muhtaç olduğu her şey bu duanın kabulüyle o henüz dünyaya gelmeden hazırlandı.
Ancak, bu âlem ve içindekiler o istidada dar gelmeye başladı.
“... Bu insan ebed için halk edilmiş ve ebede gidecektir. Bu dünya ona bir misafirhanedir ve âhiretine bir intizar salonudur.” (Sözler, Onuncu Söz, On Birinci Hakikat)
Ebed için yaratılan bu kıymetli varlık, istidatları icabı ebedî ve elemsiz bir hayat istiyordu.
İşte kâmil insanlar olan peygamberler ve onların vârisleri, bütün insanların istidat lisanıyla yaptıkları bu ortak duayı “kal diliyle” de Rabbimize takdim etmişlerdi.
Bütün bu duaları bir “niyaz şeceresi” olarak hayal ettiğimizde, Resulullah Efendimizin (sav.) duaları, bu ağacın en mükemmel meyveleriydi. Öyle ki, bütün dualar onun duası yanında gölge kadar zayıf, zerre kadar küçük kalıyordu.
Onun o eşsiz imanı, o misilsiz marifeti, o tariflere sığmaz ubudiyetiyle yaptığı dualar, bu âlemin en büyük bir yaratılış sebebiydi.
Bu konuda, Risale-i Nur Külliyatında şu harika ifadeler geçer:
“… Şu şeref-i nev-i insan ve ferîd-i kevn ü zaman ve bihakkın fahr-ı kâinat ne istiyor? Bak dinle: Saadet-i ebedîye istiyor, beka istiyor, lika istiyor, cennet istiyor. Hem meraya-yı mevcudatta ahkâmını ve cemallerini gösteren bütün esmâ-i kutsîye-i İlâhîye ile beraber istiyor. Hattâ eğer rahmet, inayet, hikmet, adalet gibi hesabsız o matlubun esbab-ı mûcibesi olmasa idi; şu zâtın tek duası, baharımızın icadı kadar kudretine hafif gelen şu cennetin binasına sebebiyet verecekti.” (Sözler, On Dokuzuncu Söz, On Üçüncü Reşha)
Kısacası, bitkilerden insanlara kadar her şey ve herkes şu veya bu şekilde bir dua üzeredirler.
Kendilerinden doğacak varlıkların planlarını içlerinde taşıyan tohumlar, çekirdekler, nutfeler, yumurtalar “istidat lisanıyla dua” etmektedirler.
Çok şeye muhtaç olan ve bunların hiçbirini yapmaya güç yetiremeyen bütün canlılar “ihtiyac-ı fıtrî ile dua” hâlindeler.
Balığın karnındaki Yunus Peygamber (as) gibi, her şeyden ümitleri kesilmiş, çaresizlik içinde kıvranan ruhlar, “ıztırar lisaniyle dua” ve niyazdadırlar.
El açan dilencinin “hâl diliyle” para istemesi gibi, kuraklıktan çatlamış topraklar da yine “lisan-ı hâl ile dua” etmekte, yağmur istemektedir.
İlâhî rahmetten faydalanılması, tekvinî şeriat dediğimiz İlâhî kanunlara bağlanmış konularda, gerekli çalışmayı yapan insanlar da “fiilî dua” etmek ve neticeyi Allah’tan beklemekle “tevekkül” denilen bir nevi dua hâli üzeredirler.
Sebeplerin bir araya gelmeleri de bir fiilî duadır:
“Su, hararet, toprak, ziya bir çekirdek etrafında bir vaziyet alarak, o vaziyet bir lisan-ı duadır ki: 'Bu çekirdeği ağaç yap, ya Hâlıkımız!' derler. … Demek içtima'-ı esbab bir nevi duadır.” (Mektûbat, Yirmi Dördüncü Mektup)
Mahlûkatın bu birbirinden farklı dualarının hepsi, kâinat ağacının meyvesi olan insanda da mevcuttur. Ve insan bu dualara ek olarak bir de “kavlî dua” yapmaktadır.
Nur Külliyatında insan için “esmâ-i İlâhîyenin bütün nurlarına ihtiyacı vardır.” ifadesi geçer.
Bu cümlede Allah’ın isimleri birer güneşe, tecelliler ise nurlara benzetilmiştir. Bilindiği gibi, ayet-i kerimede güneş için ziya, kamer için nur kelimeleri kullanılır. Bu ayetin tefsirine baktığımızda şu bilgiyi ediniriz:
Arapçada, ışığı kendinden olan şeyler için ziya, başkasının ışığını yansıtanlar için ise nur kelimesi kullanılmaktadır.
İşte Ay’ın Güneş'ten ziya alması, onun ışığına muhtaç olması gibi, her varlık da esmâ-ı İlâhîyenin tecellilerine muhtaçtır, o tecellilerle değer kazanır, ihtiyacını görür ve görevini yerine getirir.
“... Demek esmâda bir ism-i âzam var, o esmânın nukuşunda dahi bir nakş-ı âzam var ki o da insandır...”(Sözler, Otuz Üçüncü Söz, Otuz Birinci Pencere) cümlesi, insanın bütün esmaya muhtaç olduğunu çok veciz bir şekilde ortaya koyar. Misal olarak sadece üç İlâhî ismi vermekle yetinelim:
“Rezzak” ismi bir güneş gibidir, bütün rızıklar o güneşin nurları…
“Muhyi” ismi de ayrı bir güneş, bütün hayatlar o güneşin nurları...
“Latîf” ismi de bir güneş; bütün lütuflar o güneşin nurları. …
Kâinata bu gözle nazar ettiğimizde Nur Müellifinin, “bütün mevcudattan dergâh-ı İlâhîyeye daimi bir duanın gittiği” haberini bütün ruhumuzla tasdik ederiz.