"İ’lem Eyyühe’l-Azîz! Tefekkür, gafleti izale eder. Dikkat, teemmül; evham zulümatını dağıtıyor. Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilat ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, hâricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme. Çünkü icmalde, fezlekede olan kıymet ve güzellik, tafsilâtında yoktur. Hem de âfâkî tefekkür, dipsiz denize benziyor, sâhili yoktur. İçine dalma boğulursun."
"Arkadaş! Nefsî tefekkürde tafsilâtlı, âfakî tefekkürde ise icmâlî yaparsan, vahdete takarrüb edersin. Aksini yaptığın takdirde kesret fikrini dağıtır, evham seni havalandırır. Enâniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder. İşte dalâlete îsâl eden kesret yolu budur." (Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Habbe, Zeylü'l-Zeyl)
Tefekkür çok ehemmiyetli bir nafile ibadettir. Hadis-i Şerifte, bir saat tefekkürün bir sene nafile ibadetten daha hayırlı olduğu haber veriliyor.
Tefekkür, herhangi bir mesele hakkında derin düşünme, zihni yorma ve işin şuuruna varma demektir. Cenab-ı Hak, birçok âyette insanın kendi mahiyetini ve kâinatta tecelli eden esmâ-i ilahiyeyi tefekkür edip ibret almasını, maddî ve manevî nimetleri tezekkür etmesini emrediyor. Zira insanın en mühim vazifesi; iman, ubudiyet, zikir ve tefekkürdür. Tefekür kalbin ziyası, aklın nurudur. İnsan tefekkür sayesinde ülfet ve taklitten kurtulup tahkike varabilir. Kâinat, insan aklının önüne açılmış muhteşem bir kitaptır. Bütün bu mahlûkat, Zat-ı Zülcelâl’in sonsuz kudretini ve nihayetsiz fiillerini gösteren birer ayinedirler. Basiret sahibi her insan, bu sahifelerde tecelli eden binler âyetleri ve ilahî hikmetleri görür ve okur.
Bir şeyi yahut bir hâdiseyi dikkatle incelemek “evham zulümatını dağıtıyor.” Yani, üstünkörü bir incelemede dikkatimizden kaçan, bu sebeple gereksiz gibi görünen, hikmetsiz olduğu vehmedilen bir mesele, dikkatli bir tefekkürle aydınlanabiliyor ve meselenin hikmet yönü ortaya çıkabiliyor.
Ancak her şey gibi tefekkürün de bir ölçüsü ve bir kaidesi var. İşte ikinci cümlede bu ölçü nazara veriliyor:
“Lâkin nefsinde, bâtınında, hususî ahvalinde tefekkür ettiğin zaman derinden derine tafsilat ile tedkikat yap. Fakat âfâkî, hâricî, umumî ahvâlâta teemmül ettiğin vakit sathî, icmalî düşün, tafsilâta geçme."
İnsan kendi organlarını, ruh dünyasını ve hususî ahvalini bütün tafsilatıyla düşünebilir. Meselâ, hangi âzasının ne gibi faydaları olduğunu, kendisi için ne büyük bir nimet olduğunu tafsilatla düşündüğü gibi, aklının, hafızasının, hayalinin, görme, işitme, irade etme gibi sıfatlarının ne kadar büyük birer nimet olduğu üzerinde de derinlemesine kafa yorabilir. Bu gibi düşünceler onun hayretini artırır ve şükrünü ziyadeleştirir.
Diğer taraftan, insan kendi hususî hallerini de bütün cihetleriyle ele alıp, üzerinde kafa yorabilir. Hangi huyunun ıslaha muhtaç oluğunu, takva noktasında ne derece hassas bulunduğunu, ilim ve irfan konusundaki eksikliklerini tesbit edebilir ve onu yakından alâkadar eden konularda tafsilatlı düşüncelere dalabilir.
Ancak, gerek dış âlemdeki varlıkları, gerek umumî hâdiseleri düşündüğünde ölçü tamamen değişir. Bunlarda; “sathî, icmalî düşünüp, tafsilâta geçmemek” esastır. Şöyle ki;
Biz Güneş'in hikmetini gözümüzün faydası kadar net bilebiliriz, ama semada parlayan herhangi bir yıldızın yaratılış hikmetini aynı netlikle bilemeyiz. Şu var ki, semadaki bütün yıldızların hikmetlerini tafsilatıyla bilemesek de icmalî olarak biliriz ki, bu kâinat İlâhî bir saraydır. Biz de o Sultan-ı Kâinatın misafirleriyiz.
Bu misafirhanemizin; “...tavanı, tebessüm eden yıldızlarla tenvir edilmiş gökyüzüdür. Tabanı ise, şarktan garba, gûnâgûn çiçeklerle süslendirilmiş yeryüzüdür.” (Sözler, On Birinci Söz)
Astronomi âlimleri bu konuda bir derece tafsilata girebilirler. Onların da güçleri bir noktaya kadardır.
İnsanın şu kâinat kitabının bütün konularında ihtisas sahibi olması mümkün değildir. Ama icmalî olarak herkes bütün ilim dallarını bir derece tefekkür edebilir.
Bu hakikate binaen, Kur’ân-ı Kerim’de kâinat hakkında icmalî bilgiler verilmiş, fennî tafsilata girilmemiştir.
“Ey insanlar! Sizi ve sizden evvelkileri yaratan Rabbinize ibadet ediniz ki, takvâ mertebesine vâsıl olasınız. Ve yine Rabbinize ibadet ediniz ki, arzı size döşek, semayı binanıza dam yapmış ve semâdan suları indirmiş ki, sizlere rızık olmak üzere yerden meyve ve sair gıdaları çıkartsın...” (Bakara Suresi, 2/21, 22)
Bu icmalî mânalar bizi tefekküre, şükre, hayrete ve muhabbete sevk etmek için kâfidir. Konunun tafsilatına girildiğinde, insan aklı her mahlûkun ve her hâdisenin bütün hikmetlerini kavrayamadığı için, çok yanlış düşüncelere sapılabilir. İnsan o sınırlı aklına fazla güvenmekle bazı varlıkları gereksiz görür, bazı hâdiselerin altıdaki rahmeti kavrayamaz.
Risale-i Nur Külliyatı’nda bu yanlış yola gidenler şöyle ikaz edilirler:
“Ey müteşekki! Sen nesin? Neye binaen itiraz ediyorsun? Cüz'î hevesini külliyat-ı kâinata mühendis mi yapıyorsun? Kokmuş olan zevkini nimetlerin derecelerine mikyas ve mizan mı yapıyorsun? Ne biliyorsun ki, zannettiğin nimet nıkmet olmasın? Senin ne kıymetin var ki, sineğin kanadına müvazi olmayan hevesini tatmin ve teskin için felek çarklarıyla hareketten teskin edilsin?” (Mesnevî-i Nuriye, Şemme)
Bu konunun çok mühim bir yönü daha var:
İnsan kendi başına gelen bir musibeti değerlendirirken tafsilata girebilir. “Acaba nasıl bir hata yaptım ki kader-i İlâhî beni bu musibetle cezalandırdı” diye meseleyi çok yönleriyle ele alabilir. Kendini inceden inceye hesaba çekebilir. Ama diğer insanların başına gelen musibetlerde böyle düşünemez. Kaderin ince sırlarına vakıf olamadığı için, başkalarını itham ederek "bunlar şu insanların şu hatalarına cezadır" gibi peşin bir hüküm veremez. Ancak ledün ilmine vakıf büyük evliyanın, Allah’ın bildirmesiyle bilebilecekleri kaderin ince hikmetlerinde acele karar veremez.
Başkalarının başına gelen musibetlerde bize düşen vazife, hâdiseye hüsn-ü zanla bakmak, peygamberlerin ve büyük zatların da ağır imtihanlar geçirdiklerini dikkate alarak, bu musibetlerin de o insanlar için bir terakki yahut intibah vesilesi olabileceğini düşünmektir.
“Enâniyetin kalınlaşır, gafletin kuvvet bulur, tabiata kalbeder.”
Bu eserde yer alan bir “İ’lem”de Üstad Bediüzzaman Hazretleri şöyle buyurur:
“Otuz seneden beri iki tâğut ile mücadelem vardır. Biri insandadır, diğeri âlemdedir. Biri enedir, diğeri tabiattır...” (Mesnevi-i Nuriye, Habbe)
İnsan kendi yaptığı bütün güzel işler için “Ben yaptım, ben başardım, bu benim eserim ve benim hünerimdir” demeyi alışkanlık haline getirirse, bütün hayrın Allah’tan geldiğini, kendisinin ise sadece bir vesile ve vasıta olduğunu unutur. Bu gaflet onun enaniyetini ve kibrini büyütür. Sonra aynı yanlış düşünceyi tabiat ve ondaki eşya için de sürdürür. Haricî âlemdeki bütün güzellik ve hayır tecellilerini de tabiî olarak karşılar ve bunları sebeplere yahut tabiata isnad etme hatasına düşer.
Afakî tefekkürde tafsilata giren ve aklının eremeyeceği konularda bilmediğini itiraf yerine “Bu böyledir, bunun sebebi budur” gibi kesin hükümler veren bir insanın da enaniyeti kalınlaşır ve sonunda “kendi hevasını kendine ilah edinenler” zümresine dâhil olabilir. (2009)