Prof. Dr. Ahmet Akgündüz'ün yazısı
Alem-i İslam’da Komünistler ve dinsizler yerine modernist ilâhiyatçılar dini tahrip ediyorlar; ellerinde iki kör bıçak var: Tarihsellik ve yeniden yorum
1930’lu ve 1940’lı yıllarda İlhan Arsel ve benzeri din düşmanları dinimizi tahrib ediyorlardı. Daha sonra komünistler ve Turan Dursun gibi mürtedler bunlara katıldı. Ama 1400 küsür yıldır dimdik ayakta duran İslam’ın hakikatleri bunlar göç edip gitmelerine rağmen milyarlarca insanın gönlüne nurunu yağdırıyor. Bunlar, içerideki din tahripçileri idi. Dışarda yani Avrupa’da ve Amerika’da ise, müsteşrik dediğimiz oryantalistler İslam’ı tahrip etmeye çalışıyorlardı. Hollanda’nın şehri Leiden’de basılan İslam Ansiklopedisi bunun en kötü misalidir.
Günümüzde ise, iç ve dışta İslam’ı tahrip etmeye çalışanlar şekil ve isim değiştirdirler. Dışardakiler, İslamolog adını almaya ve ama karşılarına Müslüman nesil ve âlimler çıkınca da zayıflamaya başladılar. Ancak hileleri bitmedi. İslam’ı tahrip edecek, Müslüman milletlerin içinden bozuk bir nesil yetiştirme gayretine girdiler. Artık İslam ülkelerinden bazı doktora talebelerini ve hatta bozuk itikadlı hocaları kendi üniversitelerine çağıracaklar ve her türlü para ve makamı ve hatta ünvanları onlara vererek, İslam’ı reformist yahut modernist müslüman ilahiyatçılar eliyle tahrip edeceklerdi. Bunların Avrupa ve Amerika’daki üstadları, Pakistan’lı bir âlim olan ve sonradan Amerika’da İslam Kürsüsü başkanlığına kadar yükseltilen Fazlurrahman, Almanya’da Bessam Tîbî, Hollanda’da Nasr Ebu Zeyd ve Mısır’da Hasan Hanefi gibi modernist ve reformist kişilerdi.
Bu hain elin Türkiye’ye de el atmaması düşünülemezdi. Avrupa ve Amerika’da doktora yapanlara bu zehirli ilacı zerk etmekten geri durmadılar. Özellikle Ankara İlâhiyât’da modernistler ve reformistler odaklandı. Yaşar Nuri’ler, Mehmet Aydın’lar ve benzerleri hep bunların eserleriydi.
1-BUNLARIN ELİNDE İKİ KÖR BIÇAK VARDIR: TARİHSELLİK VE YENİDEN YORUM
Evvela şunu belirtelim ki, bu iki kör bıçak da zaten muharref olan ve hatta hukukî kuralları ihtivâ etmeyen Hristiyanların Hristiyanlığı yozlaştırmak için uydurdukları yollardır. İslam’ın ve İslam hukukunun bu kör bıçaklara ihtiyacı yoktur.
a)Tarihselllik (Historicism), tarihin nasıl oluştuğunu araştırmak ve bu oluşumun nasıl yorumlanması gerektiğini (doğrudan, dolaylı, tekrar tekrar vs.) müzakere eylemektir. İncil’in tarihselliği, onun tarihi bir kaynak olarak kullanılıp kullanılamayacağı ve akademik açıdan hangi özelliklerin aranıp aranmayacağına kadar, yani İncil’in tarihi açıdan doğru olup olmadığını tartışmaya kadar varmaktadır.
Tarihselllik öyle bir yorum ekolüdür ki, ilahiyatta kullanıldığı şekliyle, Daniyal Peygamber’in peygamberliğini tartışmaktan tutun da, Hristiyanlık tarihi içerisinde vahyin ne mana ifade ettiği ve özellikle de Kilise ile mürtedlik arasındaki mücadelelere kadar çok geniş dairede gaybî ve manevi meseleleri tartışmaktadır. Kilise tarihinin ilk yıllarından beri var olan bu kavram, reform sürecinde Protestan ve Katolik Kiliseler arasındaki ihtilaflarda, İncil’e ait temel bir tartışma konusu olagelmiştir. Tarihsel bir yaklaşım, John Kalvin’in tarihsel bir yorumculuğu savunduğu genel manada kabul görmese de, Martin Luther tarafından esas alınmıştır. Muhafazakâr Protestanlar arasında, tarihselliğin tohumları, İncilin tarihsel bir gelişim içinde ortaya çıktığı anlayışının (dispensationalism) zuhuruyla, XIX. Yüzyılda yeşeren Fütürizm ile yer değiştirmiştir. Tarihsellik, İsa'nın tekrar dünyaya geleceğine inanan Adventist ve Evangelist gruba bağlı kiliselerde öğretilmeye devam edilmektedir.
İslamʻın böyle bir kör bıçağa ihtiyacı yoktur. Zira nâzil olan her âyet, Resûlüllah, sahabe ve müctehidler tarafından teker incelenmiş ve ayrıca nüzul sebeplerini açıklayan esbâb-ı nüzul ilmi tedvin edilmiştir. Hatta, Hz. Muhammed’in hayatı ile alakalı ilk bilgi Kur’an’da bulunmaktadır. Önem itibariyle ikinci derecede, üçüncü ve dördüncü hicri asırlarda Müslüman müellifler tarafından kaleme alınan tarihi eserler gelmektedir. Tarihsellik teorisine göre, Muhammed sadece “tarihin aydınlığı içinde yaşayan bir dünya dininin kurucusudur ve O’nun hakkında, diğer tarih öncesi şahsiyetler gibi hayatının bütün ayrıntıları bilinmese de, tarihî metinlerde çok sayıda kayıtlar bulunmaktadır.” Bu tarihsellik teorisini savunanlar, Hz. Muhammed’in hadisleri arasında tarihsel olanı ve olmayanı tefrik eylemeye teşebbüs etmişlerdir. Onlara göre tarihsel Muhammed hakkındaki en büyük zorluk, İslam öncesi Arap toplumu ile alakalı modern anlamda bir bilgi eksikliğinin bulunmasıdır. Bunu iddia eden modernistler, Kur’an hakkında yazılan binlerce tefsiri ve hadisler hakkındaki yüzlerce cilde ulaşan eserleri bilmemekte yahut bilmezden gelmektedirler.
Türkiye’deki modernistlerden birisi bakınız Hristiyanların bu kör bıçağını nasıl kullanıyor:
“Bir konuşma ve söylev/mdeki metafizik ve ahlâkî bildirimler, tavsiyeler muhatap kitleyi zamansal olarak aşabilir; ancak ondaki siyâsî, hukûkî ve iktisâdî direktifler, tavsiyeler ve emirler, o toplumun somut yaşam formlarını kolay kolay aşamaz. O; tarih, atmosfer, kültür ve coğrafya ile sınırlanır. Kur’an böyle bir söylemdir. Hatibin «Tanrı» olması hasebi ile bunun değişmeyeceği inancı, bazı mü’minlerin teolojik, dogmatik bir yanılsamasıdır.” (İlhami Güler, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu» sh. 77)
Neymiş? Kur’ân tarih ve coğrafya ile sınırlıymış.
“Vahyin inişindeki tedrîcîliği kabul edenler -içkinin yasaklanmasında olduğu gibi- kaldırılması yönünde ilk adımın -örneğin kadın ve kölelik konularında- Kur’ân tarafından atılıp, atılması gereken diğer adımların tarihe/mü’minlere bırakıldığını neden kabul etmiyorlar? Bu adımları atamayanlar, sahtekârlık yaparak Tanrı’nın atılması gereken bütün ve son adımı attığını iddia eder: “Mevrid-i nassda içtihâda mesağ yoktur.” (GÜLER, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu», sh. 74).
Tarihselcilerin bu anlayışı ve bu teklifleri, elbette bir Müslümanın tüylerini diken diken edecektir. Fakat İlhami GÜLER kızıyor bu tepkiye ve hakaretlerine başlıyor:
“...vahyin inişinden 1400 sene geçmesine rağmen, Allâh’ın ve Peygamber’in sözünden bir milim çıkmaya cesaret edemeyen çocuk ruhlu Müslümanlar...” (GÜLER, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu», sh. 71)
“Dindar insanlar, en son dînin bundan 1400 sene önce kurulduğunu (İslâm), dinsel kurumların ve kavramların zamanın çürütücülüğüne, karartıcılığına, kirlendiriciliğine, eskitilmesine maruz kalabileceğini düşünememekteler. Tecdid, reform, ıslah ve temizleme, onlara bid’at, bozma, tahrif olarak görünmektedir.” (GÜLER, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu», sh. 87)
b)Hermenötik (Yeniden Yorum):Hristiyan teolojisi alanındaki yorum tartışmalarından ortaya çıkan bir anlam ve metodoloji bilgisidir. Daha sonra terim teolojik sahanın dışına çıkmış ve daha genel anlamda yorum araştırmalarıyla ilgili felsefi bir disiplin haline gelmiştir. Hermenötik tabirini, tevil ve yorumun genel prensipleri olarak açıklamak mümkündür. İncil yorum ve tefsirlerini de içine alan geleneksel hermenötik, yazılı metinlerin ve özellikle de edebiyat, din ve hukuk alanlarına ait metinlerin yorumuna işaret etmektedir. Muasır yahut modern Hermenötik ise, sadece yazılı metinlerin yorumlarını değil, yorum ile alakalı herşeyi kapsamaktadır.
Kur’an metinlerini te’vil etmekte Tefsir usulü ilmine ve Resûlüllah’ın hadislerine; Hadis metinlerini te’vil etmekte Hadis Usûlü ilmine ve hukuk metinlerine açıklamk için Usûl-ı Fıkıh ilmine sahip olan İslam’ın ve Müslümanların, Hristiyanların kör bıçağına ihtiyaçları yoktur. Ellerinde Zülfikar gibi keskin İslamâmî ilimleri vardır. Bilindiği üzere Müslüman hukukçular Hermenötik tabiri yerine tafsir veya te’vil tabirlerini kullanmaktadırlar. Biz, İslami olan hukuk terimleri ile Avrupai terimleri karıştırmamalıyız.
Bazı hukukçular, hukuk ve ilahiyatın, hukuki metinlerin ve nassların yorumlanması gayesiyle, hermentikin özel yorum kaidelerine muhtaç olduğunu ileri sürmektedirler. Maamafih, en azından beri XI. Yüzyıldan itibaren Hristiyanlar arasında hukuki terimleri yorumlama problem merkezdeki yerini korumaktadır. Ortaçağ ve Rönesans dönemlerinde, şerh ekolleri, mukaddes metin müfessirleri ve modernleşme akımları (usus modernus), hukukun ve özellikle de Justinian’in Corpus Jurıs Civilis adlı büyük külliyetı konusunda, farklı yaklaşmlarla birbiriyle yarışmışlardır.
Müslüman bilim adamları da bu meseleyi teʿvîl ve tefsîr başlıkları altında usul-I fıkıh kitaplarında tartışmışlardır. Ancak modernist tabir edilen bazı araştırmacılar, İslam hukuku ile alakalı yeni yeni yorumlara teşebbüs eylemişler ve modern tolumun ihtiyaçlarını karşılayacak yeni bir Hermenötik yorum arayışına koyulmuşlardır. Bu ekolün savunucuları, ister ilahiyat metinleri, isterse hukukî metinler ve hatta bütün hadislerin hermenötik yorumları konusunda sınırları zorlama gayreti içindedirler. Bunların görüşüne uymayan her şeyden, yeni ve modern yorum adına taviz verme girişimi başlamıştır.
Ankara İlâhiyât’daki aynı modernist bakınız Hristiyanların bu kör bıçağını nasıl kullanıyor:
“Kur’ân’ın mesajı ve Hz. Muhammed’in sünneti yedinci yüzyılın Arap Yarımadası’nın zihinsel-kültürel rûhu, çapı, kabiliyeti ve kapasitesi içinde vukû bulmuştur. Modern bilincin ölçü alınması doğru olmadığı gibi, Kur’ân ve sünnetin dogmatik olarak [nasslar hâlinde] mîyar/mizan, ölçü alınması da doğru değildir. Doğru olan, diyalektik/diyalojik olarak, yaratıcı ve yorumlayıcı olarak kaynaklara gitmek ve oradan buraya gelmektir.” (GÜLER, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu», sh. 66).
“Arap’ın «rûhu» Kur’ân aracılığı ile kültürü ve davranışı ise «sünnet-icmâ» aracılığı ile İslâm’a doğal olarak sızmıştır. Bugün «Evrensel» bir İslam yaratılacak ise; Din Psikolojisi, Din Antropolojisi, Din Sosyolojisi, Felsefe ve Teoloji, Dinler Tarihi’nin, bu sızmaları göz önünde bulundurması gerekir.” (GÜLER, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu», sh. 72)
Bu Hristiyanların kör bıçaklarını kullanan modernistlere, anlamasalar da, şu hakikatı hatırlatmak isteriz:
Hristiyanlığın dünya hayatını düzenleyen hükümleri mevcut değildir. Aslında onlar Tevrat hükümlerine tabidirler. Ancak onlar, Tevrat’ı terk ettikleri için Roma Hukukunu Hristiyanlık boyası ile boyayarak kendilerine hukuk diye kabul etmişlerdir. Onların bu hukukî hükümleri, insanın elbisesi gibidir. Eskiyince değiştirilebilir. Ancak islamın hükümleri doğrudan kur’an ve sünnete dayanmaktadır. Müslümanlar için vücudun derisi hükmündedir. kör bıçaklarla bu deriyi yırtarsanız müslümanlık ölür.
2-TÜRKİYE’DEKİ REFORMİSTLER VE MODERNİSTLER
Modernistlerin tamamı ve reformistlerin ise önemli bir kısmı gayet müdhiş mağrur insanlardır ki; mezhebsizliklerini, büyük müçtehidlere eşitlik davası altında neşretmek istiyorlar ve dinsizliklerini, sahabeye karşı eşitlik davası altında icra etmek istiyorlar. Bu ehl-i dalalet gayr-i meşru hayata (sefahete) girmiş, sefahette tiryaki olmuş; sefahete mani' olan şerʻî hükümleri yapamıyor.
Bu modernistlerden biriyle 1997 yılındaki bir TV tartışmasında tartışıyorduk. Aynen şöyle dedi:
“Akgündüz! Plaja giden kızıma başörtüsünün Kur’an emri olduğunu anlatamam. Bunlar Arap âdetidir.” Daha ileri giderek “Nisâ Suresinde anlatılan miras hükümleri, vahiy değildir. Bunlar Arap örf-âdetleridir.”
Reformistler: Türkiye’deki reformistler kendilerine bir bahane bulmak için der ki: "Şu meseleler, içtihadiyedirler. O meselelerde, mezhebler birbirine muhalif gidiyor. Hem onlar da bizim gibi insanlardır, hata edebilirler. Öyle ise biz de onlar gibi içtihad ederiz, istediğimiz gibi ibadetimizi yaparız. Onlara tâbi' olmaya ne mecburiyetimiz var?" İşte bu bedbahtlar, bu şeytani desise ile başlarını mezheblerin zincirinden çıkarıyorlar.
Mezheblerin görüşlerini değerlendiren bir modernistin tesbitleri:
“Kur’ân ve Sünnetin gündelik ve sosyal hayata dair koyduğu kuralları Peygamber Efendimizden sonra gelen Müslüman nesiller yorumlamak zorundaydı; çünkü şartlar belli ölçüde değişmişti ve aynı coğrafyada yaşamıyordu. Şartlar, sosyal yapı ve tevarüs edilen kültür farklılaşmıştı. Amelî hayata dair dinî bilginin yeni durumlarda sorunsuz biçimde uygulanabilmesi için üzerinde düşünülmesi, gerekiyorsa yeni yorumların yapılması gerekiyordu. Öyle de oldu. Yüzyıllar boyu ciddi bir kırılma olmadan fıkhın hayat ve toplumla ilişkisi canlı şekilde devam etti. Yeri geldi fıkıh yeni bölgelerin kültürüne belli katkılar sağladı; yeri geldi İslâm’ın gittiği yeni coğrafyaların birikim ve şartları fıkha yeni açılımlar kazandırdı. 20. ve 21. Yüzyıla gelince, daha önce de belirttiğim için tekrar etmeyeceğim, fıkıh yeni bir durumla karşılaştı. Fıkhın klasik teorisi ile Müslüman toplumların yaşadığı hayat arasında makas hayli açılmış, fıkhın öğretilerinin önemli bir kısmı ‘Bir zamanlar biz Müslümanlar..’ diye anlatabileceğimiz bir tarih malzemesine dönüşmüştü. Buna bir de yeni dönemde Müslüman toplumların karşı karşıya kaldığı olumsuz şartlar eklenince, fıkıh artık bir özlemler odağı oldu. Bazen fıkhı klasik dokusuyla dokunulmaz yapıp o haliyle canlandırmak istedik. Bazen bununla da yetinmedik, fıkhı günümüz bütün siyaset ve ideoloji fırtınası içine yalın haliyle sokup seyre daldık. Devlet kuracaksak, uluslararası ilişkileri düzenleyeceksek, evrensel beyanname ve insan hakları bildirgelerine ortak bulacaksak biz bunu dördüncü beşinci yüzyılın fıkhından üretmeye kalktık. Öte yandan beşerî ve dünyevî yönü ağır basan fıkıhla Allah’ın ahkâmı, Kur’ân’ın ahkâmı adeta özdeş yapıldı.” (Ali Bardakoğlu, Dinî Bilgi ve Günümüzde İslâm, Mehmet Aydın’a Armağan, sh. 77 vd.).
Hâlbuki bu âlimler hakkındaki gerçek görüşü şöyle:
“Din adamı ve teologların çoğunun ahlâksız olmasının nedeni, onların Tanrı adına konuşmakla ahlâkî vazifelerini icra/îfâ ettiklerini sanmalarıdır.” (GÜLER, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu», sh. 118)
“ Kelâm, kuru akılcılıktır, Fıkıh, şekilciliktir.” (GÜLER, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu», sh. 107).
Nitekim bu modernist adam, Bediüzzaman gibi bir din allamesi hakkında da “Kürt lideri” diyerek içindeki kinini kusmaktadır.
Modernistler ve Dini İnkâra Kadar Gidenler: Bir kısım ehl-i dalalet baktılar ki, müçtehidlerle iş bitmiyor. Onların omuzlarındaki yalnız dinin nazarî ve ictihâdî olan hükümleridir. Halbuki bu kısım ehl-i dalalet, Kur’an ve Sünnetle sâbit olan zarûrî hükümleri terk ve tağyir etmek istiyorlar. "Onlardan daha iyiyiz" deseler, mes'eleleri tamam olmuyor. Çünki müçtehidler, nazariyata ve kat'î olmayan teferruata karışabilirler. Halbuki bu mezhebsiz ehl-i dalalet, Kur’an ve Sünnetle sâbit olan zarûrî hükümlerde dahi fikirlerini karıştırmak ve değiştirilmesi mümkün olmayan meseleleri tebdil etmek ve kesin olan şerʻî hükümlere karşı gelmek istedikleri açıktır. O zaman, doğrudan Kur’an ve Sünnete dayanan şerʻî hükümlere de dil uzatacaklardır. (Bediüzzaman, Sözler, sh.496). Bu manadaki yorumları için şu sayfaya göz atmanız yeterlidir:
http://www.suleymaniyevakfi.org/bulten/nebyi-ve-ulemyi-tanrilastirma.html.
Buna dair en açık misal Ankara İlahiyatta hoca olduğunu iddia eden bir modernistin tesbitleridir:
“Dil uzatılmayacak kişiler/otoriteler oluşturmak, bir toplumu çürütür/çökertir. İftira ve hakaret etmeden, hak ettiği saygıyı göstermekten çekinmeden herkese dil uzatılabilmelidir.” (GÜLER, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu», sh. 194)
3-MODERNİSTLERİN EN ÇOK HÜCUM ETTİKLERİ İLİM TASAVVUF İLMİ VE TARİKAT ERBÂBIDIR: ZİRA HERKES KENDİ ÂYİNESİNİN MÜŞÂHEDÂTINA TABİDİR
“Herkes kendi âyinesinin müşâhedâtın tabidir” kaidesi bunu açıklamaktadır. Kendisi gayr-i meşru hayat yaşayanlar, başkalarını da kendi aynalarında görmektedirler. Bazı köşe yazarları, Osmanlı Padişahlarının da kendileri gibi sapık ilişkiler içine girdiklerini zannederek, Osmanlı Tarihçileri tarafından uzun uzadıya incelenen iç oğlan meselesini dillerine dolamışlardır. İç oğlan, Topkapı sarayını teşkil eden üç kısımdan birisi olan Enderun’da yani İç Saray’da çalışan genç görevlilere denmektedir. Ayrıca Yeniçeri Ocağında da bir gurup için bu tabir kullanılır. Merak edenler, İsmail Hakkı Uzunçarşılı’nın Saray Teşkilâtı Kitabını inceleyebilirler. Hatta bunun da ötesinde bir mesele daha vardır: İslâm hukukunda bir hüküm mevcuttur: “Genç bir hoca veya terbiyeci, genç ve bıyığı bitmemiş çocuklarla, fazla yalnız kalmasın; zira nefis insanı kötülüklere sevk edebilir. Hatta bu tür gençler, yüzlerine peçe bile örtebilirler. Bu tür gençlere şâbb-ı emred denilir”. Fevkalade bir edeb kaidesi olan bu hükme, bazı Osmanlı Padişahları uymuşlar ve bir kısım İç saray görevlisi içoğlanlarına yüzlerini peçe ile örtmelerini emretmişlerdir. Şimdi soruyoruz, Kur’an’ın emrine uymak için gösterilen bu hassasiyet nerede? Bunu Hammer gibi bir Hıristiyan tarihçinin iftirasına uyarak tamamen edeb dışı yorumlara gitmek nerede? Ayrıca bu iddiayı ileri sürenlerin, bir câriyenin mektubunu ve Kâbusnâme’den alınan bazı cümleleri saptırarak, bazı Padişahları erkekler ile ilişkiye giren sapıklar olarak nasıl çarpıttıklarını açıklayacak kadar alçalmışlardır.
Modernistler de tıpkı bu ahlaksız tarihçiler gibi, tarikat erbâbını kendilerine kıyaslayarak ahlaksızlıkla suçlamaktadırlar. İlâhî aşkı, “Tanrıyla ensest ilişki, Tanrı ile senli benli lâubâlîlik, kucağına çıkmak, Tanrı ile balayı...” ifadeleriyle tavsif edecek kadar alçalıyorlar. Biz şu cümleyi makalemize almaktan bile haya ediyoruz:
“Tanrı; yoğunlaşmış mutlak güç olarak tasavvur edilirse, insan ile ilişkisinde ahlâk ve hukuka riâyet etmez ise insanı felç edebilir. Dindarların çoğunun meflûç oluşları bundandır.” (GÜLER, «Kur’ân, Tasavvuf ve Seküler Dünyanın Yorumu», sh. 118).
Hâlbuki tasavvuf Müslümanların çoğunluğunun nazarını, ehl-i tarîkatın yaptığı gibi, bütün perdelerin üzerine çıkararak üstünde Kur'anı gösterip, Kur'anın hâlis malını yalnız ondan istemek ve vâsıtalarla gelen şerʻî hükümleri vasıtasız aramaktır. Bir şerîʻat âliminin vaazına nisbeten, bir tarîkat şeyhinin vaazındaki olan halâvet ve cazibiyet bu sırdan neş'et eder. (Bediüzzaman, Sünuhat-Tuluat-İşarat sh. 32). Unutmayalım ki, bizi Ma’rifetullah’a götüren en önemli yollardan biri de tasfiye ve işrak üzerine kurulmuş olan ehl-i tasavvufun yoludur. Tasfiye, zikir ve ibadetlerle kalbi ve aklı mâsivâdan arındırarak Allah’a ve Onun marifetine ulaşmaya çalışmaktır. İşrak ise, keşif ve ilham ile insanı Allah’a götüren yolları bulmaya gayrettir. Her ikisinde de marifetullah yolunda kalb ayağıyla gidilmeye çalışılır. Bu seyr ü sülûkün anahtarı ve vesileleri, zikr-i ilâhî ve tefekkürdür. İmam-ı Rabbani'nin ifadesiyle, “Bütün tariklerin nokta-i müntehâsı, iman hakikatlerinin vuzûh ve inkişafıdır.” Yine İmam-ı Rabbânî’nin tasnifine göre, tasavvuf tariki, velâyet-i suğrâdır. İmam-ı Rabbânîler, Abdülkâdir-i Geylânîler ve Bâyezîd-i Bistâmîler, bu yolun manevî reisleri arasında yer alırlar.
4-MÜSLÜMAN MİLLETİME VE RİCÂL-İ DEVLET’E TAVSİYELERİM
Bugünlerde bütün Müslümanların ve özellikle de dindar siyasetçilerin bu iki sözü tekrar tekrar okumalarına ekmek ve su kadar ihtiyaçları var. Zira tarih tekerrür ediyor ve birileri dumanlı havayı fırsat bilerek suret-i haktan görünüyor. Delil mi istersiniz? İşte dün ve bugünden iki kesit:
4.1 DÜN NEYDİ VE NE OLDU?
Sene 1986 yahut 1987. Yer İstanbul Aksaray Akgün Otel. Kur’an ve Bediüzzaman ile alakalı bir panel var. Konuşmacılar arasında Prof. Yaşar Nuri, Yard. Doç. Ahmed Akgündüz ve Yrd. Doç. Süheyl Batum. Dinleyiciler arasında, merhum Osman Demirci, Mustafa Sungur Ağabey, Mehmet Kutlular ve saire var. Bu konuşmacılardan biri haykırıyor:
“Biz, Bediüzzaman’dan istifade ederek İslam’ın sırtındaki içtihad kamburunu kıracak ve Kur’an’ı hâkim kılacağız.”
Salon alkıştan yıkılıyor ve sadece iki kişi mahzun: Akgündüz ve Sungur Ağabey. Ancak daha kötüsü oluyor. Akgündüz, babasından aldığı mirasla Şairin sözünü dinlemiyor:
Bu dil benim Hakk’a giden yolum bağladı
Dil elinden çok kimseler ağladı.
Hemen itiraz ediyor ve şöyle özetliyor Akgündüz:
“Konuşmacıyı şiddetle kınıyor ve katılmıyoprum. Zira konuştukları Bediüzzaman’ın İçtihad Risalesindeki düsturlara aykırı. Hedefi, İslam fakihlerini çürütmek ve müctehidsiz ve Sünnet’siz bir İslam’ı teşvik etmek.”
Ne acıdır ki, Akgündüz’ün bu sözleri evvele beni evaldı gibi seven Merhum Demirci Hocamdan alıyor ve “Akgündüz Hoca! Bu kadar sert olma” diyor. Meseleyi sonradan açıklayınca ve yeni bir reformist doğuyor deyince, “Neden bana baştan anlatmadın” diye sitem ediyor. Ben de Bediüzzaman’ı konuşturdum:
“Hiçbir müfsid ben müfsidim demez. Daima suret-i haktan görünür. Yahut bâtılı hak görür. Evet kimse demez ayranım ekşidir. Fakat siz mehenge vurmadan almayınız. Zira çok silik söz ticarette geziyor. Hattâ benim sözümü de, ben söylediğim için hüsn-ü zan edip tamamını kabul etmeyiniz. Belki ben de müfsidim veya bilmediğim halde ifsad ediyorum. Öyle ise her söylenen sözün kalbe girmesine yol vermeyiniz. İşte size söylediğim sözler hayalin elinde kalsın, mehenge vurunuz. Eğer altun çıktı ise kalbde saklayınız. Bakır çıktı ise çok gıybeti üstüne ve bedduayı arkasına takınız, bana reddediniz gönderiniz. (Münazarat 14)”
4.2 BUGÜN AYNI OYUNA GELMEYELİM; BAKINIZ NELER OLUYOR?
Bugünlerde aynı olay tekrarlanıyor. Televizyonlar, ilahiyatçı ünvanlı insanların paralel yapı ve hükümet münasebetlerini ve hatta kavgalarını tartışan şahısların belgesel dizleriyle dolu. Elbette ki anlatılanlar arasında batılın yanında hak da var. Ancak suret-i haktan görünenlere ehl-i iman dikkat etmezse yeni Yaşar Nuriler doğmak üzere. Sonradan pişman olmamak için bir misal vereceğim.
Bir ara hizmetten görünen, şu anda TV ekranlarında paralel yapı aleyhinde belgesel dizileri çeviren ilahiyatçı bir Profesör, buna en güzel bir örnek. Şimdiden makamları kaptığını çevresine söylemekten çekinmiyor. Bu arada anlattıklarını maalesef gözyaşlarıyla da tasdik ettirmekten çekinmiyor. Bunun adına halkımız başka bir şey söyler ama benim edebim söylemeye müsaade etmiyor. Bunun en önemli özelliği, gayesine ulaşmak için her yolu denemek. Paralel yapı yaftasını, kendisine engel olan herkesin alnına yapıştırmak.
Ancak bu zatın eserlerini incelediğiniz zaman, meselenin göründüğü gibi olmadığını müşahede ediyoruz. Hele hele “Kur’an’ın Cem’i ve Tertibi: Kur’an Ayetlerinin Tevkifiliği Konusundaki Buhari Hadislerine ve Kur’an İlimlerindeki Rivayetler Eleştirel Bir Yaklaşım” adlı makalesini okuduğunuz zaman, ehl-i sünnet âlimlerinin görüşlerini Müsteşriklerden de ilham alarak nasıl çürüttüğünü ve Buhari hadislerinin bile nasıl güvenilmez olduğunu izaha kalkıştığını göreceksiniz. Kaynakları nedense, Yaşar Nuri ile aynı özellikleri taşıyor.
Ben bu kadarla yetiniyorum ve “Ârif olana küçük bir işaret yeter” diyorum. Bazı saflar, beni geçmişteki gibi tenkit edecekler. İnşaallah zaman hakkı hatırlattığımı gösterecek.
Bu bahsettiğim insanlara hitaben değil, genel bir düstur olarak şu hakikatı tekrar hatırlayalım:
“Bu asırdaki ehl-i îmanın fevkalâde safderunluğu ve dehşetli cânileri âlîcenabane afvetmesi; ve bir tek haseneyi ve binler seyyiatı işleyen ve binler manevî ve maddî hukuk-u ibadı mahveden adamdan görse, ona bir nevi tarafdar çıkmasıdır.” (Sikke-i Tasdik-i Gaybi, 189)
Merak etmeyiniz, “hak aldatmaz, hakikatbîn aldanmaz. Hak olan mesleği hileden müstağnidir.” Bu yazı, “Kur'an-ı Hakîm'in talebelerini ve hâdimlerini ikaz etmek ve aldanmamak için yazılmıştır.”
“Biz ki hakikî müslümanız. Aldanırız, fakat aldatmayız. Bir hayat için, yalana tenezzül etmeyiz.” (Tarihçe-i Hayat, sh. 72)