-13 Ekim 2013'te yayınlanan yazıyı gündemle ilgili olması münasebetiyle tekrar yayınlıyoruz-
Bingöl’de geçti birkaç günümüz. Uluslararası Alevi Sempozyumu vesilesi ile. Bir Alevi dedesi inanamıyordu böyle bir sempozyumun bizatihi bir devlet kurumu tarafından yapılmasına. O günü adeta bir bayram olarak telakki ediyordu. Aynı havayı teneffüs ettiğimiz, aynı suyu içtiğimiz, aynı nimetleri tenavül ettiğimiz bir güzel dünya ülkesinde onu öyle düşündüren itilmişlik ve aşağılanmaydı. Aşağılanmanın ne manaya geldiğini ben bilirim. Bazı insanlar iktidar ve menfaat hırslarını tatmin etmek için ideolojik birliklere girerler, sureta bir düşünceye bağlılık gösterirler, onlar fırından çıktıklarında dahi bayat ekmek gibidirler. Alevi-Sünni iki inanç gurubu gördüğüm ve etüd ettiğim kadarı ile birbirlerini tanımayan ve öğrenmek ihtiyacı duymayan insanlar. Eğer herkes birbirine birazcık gitse yanlışlarını ve yanılgılarını fark edecek ve onları tekrar etmeyecek.
Bediüzzaman’ın Alevilik konusundaki yorumlarını okuyunca olayın tarihsel nedenlerini bildiği için Alevileri aşağılayan adamlara “herif” diyor. Çünkü onların başlattığı kin maratonu bugüne kadar devam etmiş ve ediyor. Kerbela’daki insanların üzerine onları katletmek için gönderilen insanlar da onları oraya sevkedenler de iktidar hırsından hareket etmişlerdi. Yaptıkları benzersiz zulmün tarihi, İslam tarihini alt üst edeceğini düşünecek zeka ve akıl yapısına sahip olmadıkları yaptıkları işten ileri geliyor. Cebrail (as) torununun kanını bile ona yıllar önce gösterdiğinde Fahri Kainat üzülür, ağlar. Nasıl bir peygamberin ümmetini o eylemi gerçekleştirenlerle aynı paralelde görebiliriz. Ama o katliamı içine sindiremeyenler zulme ağlamışlar, ağıtlar yakmışlar. Ya ne yapsalardı? Ateş düştüğü yeri yakar.
Alevilerin mizaçlarına bir psikanalist gibi baktım, hayret edilecek derecede sevgi dolu, içten, her zaman dumanlı dağlar gibi. Birçok insan ancak bir hazırlıktan sonra duygulanırken onlar hazır kıta gibi bir dünyaya sahipler. Bu da sevdikleri insanlara yapılan zulümleri unutmadıkların ileri geliyor. Asırlarca alay edilmiş, köylere, kasabalara hapsedilmiş insanlar ne devletin ekmeğinden ne memurun maaşından ne de kendilerince ibadet telakki ettikleri eylemleri yaparken kimseye minnet etmeden yaşamışlar. Ayakta kalmak konusunda onlar büyük bir sabır numunesi göstermişler ve bu günlere gelmişler. Artık devlet hakim düşüncenin mantıktan uzak yaklaşımları ile idare edilmez. Kerbela’daki zulmü yapanlarla yüzyıllar sonra aynı zulmü anlayışsızlık, paylaşmama ve aşağılama ile devam ettirenler aynı kategoridedir.
Bediüzzaman’ın talebesi Hulusi Ağabeyin uçağı ile gidip geldiği Tunceli sahasında bir tek kurşun atmadan dönmesi onun Üstad’ının ve kendinin bu zulme katılmadığını ve onaylamadığını gösteriyor.
Uluslararası Sempozyuma gittiğimde beklemediğim, daha önce karşılaşmadığım bir muhit ile karşılaştım. Alevilerin kendi aralarında ve diğer insanlara karşı bir muhabbet davranışları ve dili oluşmuş. Bir kere birbirlerine karşı çok saygılı ve saygı içinde davranışlara yansıyan bir muhabbet alfabesi oluşmuş. Birbirlerini görünce sarılmaları ama bedensel ve tensel hazlardan uzak sarılmaları ve kucaklaşmaları hatta birbirlerine zararsız dokunmaları bana çok etkileyici geldi. Sevgisiz bir muhit, onlara değer vermeyen tarihin dönemleri muhabbetlerini kendilerine çevirmiş kendi muhabbetleri ile hayata tutunmaya gayret etmişler. Onların psikanalitik yapıları üzerine çok çalışma yapılabilir. Mesela Alevi dedeleri Alevilik konusunda çok hassaslar, yaptıklarının din olduğuna o kadar katı tutumları var ki, yönettiğim bir masada bir İtalyan Semah’ı bir tiyatro olarak yorumlamış ve bir takım sonuçlara varmış. Ben onun bildirisine verdiği ismi theatre olarak aldığı için tiyatro dedim. Bir alevi dedesi ona tiyatro dersen terk ederiz toplantıyı dedi. Ben de “Benim söylediğim bir şey yok, İtalyan dışardan bakmış ve tiyatro olarak yorumlamış, ben sadece naklettim” dedim.
Daha sonra konuşmaya müdahale etmeye başladılar ama biraz sanat felsefesi ve sanat tarihi yorumu yapınca bir hakikate farklı noktalardan bakılması lazım geldiğini belirtim. Salon yatıştı, daha sonra oturumu idaremizden dolayı bizi takdir edenler oldu. Aynı oturumda bir Zaho’lu kendinin Kürt olduğunu söyledi, konuşmaya başladı. Aleviliğin kaynaklarını anlatmaya çabaladı. Ama öyle bir Alevi muhiti çizdi ki Şamanizm, Hıristiyanlık, daha nice acaip garaip unsurlar ortaya sürünce Alevi dedeleri isyan etti. Aleviliğin İslam içinde bir kendine has ekol olduğunu böyle garip yorumlarla onu dejenere edemeyeceğini söylediler. Ben de adamı susturdum, “sen insanların değerleri ile oyun oynuyorsun, onları isyan ettiriyorsun” dedim, sustu. Olay yatıştı. İşte Alevi dedeleri böyle hassas davranışları ile tavırlarını ortaya koydular, sadakatlarını ifade ettiler.
Tarih boyunca onlarla köprü kurmayan bir hakim düşünce bizi birbirimize yaklaştırmamış. Bediüzzaman, Ermeniler konusunda ne kadar mutedil. Osmanlı’nın onları kendi içinde idare etmesi lazım geldiği konusunda itidalli düşündüğü gibi, aykırı yönleri olmakla birlikte onları itidalle yorumlayarak Alevilere de kem sözler etmemiş. Ama bize gelince birbirimizi idare etmekten uzak, her daim ihtilaflı konuları sıcak tutmanın ötesinde diğer grupları idare etmiyoruz. Cami-Cemevi konusunda Hoca Efendi’yi bir sözde parti lideri aşağılamış, ona iftira etmiş. Gezi olaylarındaki insanlara çapulcu denilmesine yumuşakca “çapulcu demeyin, onların ataları bu ülke için savaş meydanlarında koştular, yarın böyle bir durum olsa yine yaparlar” deyip meseleye kalbinin ışığında bir akli tutumla karşılık verdi.
Aleviler konusunda Bediüzzaman’ın tutumunu mizacının heyecanı ile yorumlayanlar iyi karşılanmadılar. İyi kötü bir uzlaşma zemini varsa, ehli sünnetin kuralları ile meseleye yaklaşmak yine onlara bir kenara itecek, yine kullanılacaklar. Bundan ne mana çıkacak, kimseyi kendi telakkimize esir edemeyiz. Kimse de bizim gibi düşünmek zorunda değil. Yüzyıllardır oluşmuş, o da kötü dönemlerde, baskı dönemlerinde kimliğini korumuş bir hareketi bundan sonra makaslayarak bir yere getiremeyiz. Biz makası kullanırız, makas elimizde kalır. Bırakalım herkes kendi hayatını yaşasın kimse kimseyi eleştirmesin. Gerekirse onlar camiye gelirler, biz de cemevine uğrarız. En dindar insanlar bile düğünlerde nisbi bir genişlik ile eğlenirken, orada temaları dine dayanan ilahiler ile beslenen bir semahı din dışı görmek onun için mangalda kül bırakmayan yorumlar yapmak insafa ve sevgi diline yakışmaz.
Sempozyumun birinci gününde rektör, bakan ve alevi dedeleri ve Alevi kültür Dernekleri başkanı Avrupa’da meskun bir bayan konuştular. O konuşmayı yazdım. Ertesi günü çıktısını alıp kısmen dağıttım. Ne kadar makul karşıladılar. Teşekkür ettiler. Bu olaydan sonra Tunceli Rektörü “Tuncelililer Bediüzzaman’a uğrasınlar” dedi ve Bediüzzaman konusunda bir başka arkadaş Zübeyr Bey de konuştu. Bir Bediüzzaman rüzgarı estirdik. Biz kendimizi deryadil, okyanus kalpli Üstadımızı dinlesek neler olur neler? Çünkü Alevi dedeleri ve alevi kardeşler Bediüzzaman’ın bu insani ve kalbi tutumunu bilmiyordular. Ne kadar memnun oldular, beni takdir ettiler, ben de işimi yaptığımdan mutlu olarak Isparta’ya döndüm. Allah bes gayri heves, ne söyler söylesin birkaç bed nefes. Tam altı saate gittim, sekiz saate döndüm, dört uçak iki araba değiştirdim. Sağolsun üniversite idaremiz de gereken inceliği gösterdi.
Muhabbet devam etsin, Şura kuvvet bulsun.
Yaşasın aleviler Sünniler ve bu topraklardaki bütün insanlar.
“Sevelim sevilelim dünya kimseye kalmaz” demiş baba Yusuf.
Muhabbet şu kainatın bir sebebi vücududur, demiş Üstadımız.