Söylemekten cidden hem çekiniyorum hem utanıyorum. Bu kadarını faş ettikten sonra, kem küm yapmadan ve dobra dobra söyleyeyim bari: Günlerdir bir hikâye konusu bulamadım.
Belki bilmek istersiniz söylemekten ne için çekindiğimi? Evrende, atomdan tutun yanında güneşin bir nokta kadar göründüğü nice kocaman yıldızlara kadar sayısız nesneler ve küçüklü büyüklü bir o kadar da olaylar varken, tutup onlardan birini hikâyeme konu yapamaz mıydım? Neden utanıyorum? “Hani hikâyen?” diye sorulduğunda, bu bollukta, dünyanın baş döndürücü olaylarla başının dertte olduğu bir zamanda “konu bulamadım” demekten, evet bunun için kalemi oynatamamaktan… Günlerdir, aslında aylardır, bir sancı var içimde, ne uyku giriyor gözüme ne de elim tutuyor kalemi.
“Bu adamın dediğine bakın hele” de demeyin sakın. Bu öyle bir acı verir ve insanın iç organlarını öyle kanatır ki, uzaklaşmak istedikçe ondan, yapışkanlığı çekilmez olur. Günlerdir, siz isterseniz aylardır deyin, uyurken o, gezerken o, kızarken o, gülerken o, unutmak isterken yine hep o var. Bir kez de yazmasam ne olur? Bu tutkuma karşı çıkmak istemedim değil. İşte bunu gündeme getirdikçe, yapışkanlık daha da koyulaşıveriyor. Deneyimlerime göre, tek çıkış yolu var bunun, çok basit ama kabullenmesi çok zor: Elime klavyeyi alıp tuşlarına dokunmak.
Başka yol olmadığı için, tek çıkış yolunu tutuyorum elbette. Tutuyorum tutmasına… Kafam bomboş. Duygularım yay gibi gerili. Midem herhalde büzülmüş ki, baygın ve süzgün. Sırtımda çok ağır bir yük var. Baştan aşağı sıkışmış bedenim bir kurşun ağırlığında. Bir cenderedeyim sanki. Ben tuşlara bakıyorum, onlar da bana. “Hadisene” dediklerini duyuyorum. Sık ve çok az kullandığım tam seksen yedi tuş beyaz ekranla bana alkış tutuyorlar. “Hele bir başla” diyorlar.
“Tuhaf!” dedim içimden. Ama ne yazacağım? Hangi harfi, hangi kelimeyi ve hangi cümleyi? Harflerden bir tercih yapamıyorum ki, sıra kelimeye ya da cümleye gelsin; daha sonra hikâyemin ilk cümlesine, belki de temeline, temelin köşe taşına… Derken, klavyenin sağındaki harflerden en çok göze batan ve en fazla kullandığım “a” harfine dokundum isteksiz. Arkası gelmeyen harflerin ya da yanı başına başka bir harf konulmayan “a” nın bir başına beyaz ekranda gözükmesinin ne önemi var? “a” harflerin en kolay söylenenidir üstelik. Sonradan hatırıma geldi. Yanına bir “h” koysam, içimin tercümanlığını pekâlâ yapabilir.
Koymadım değil, nasıl olsa bir tuşla silinebilir ya. “Ah!”, günlerdir çektiğim sancıların bir boşalım aracı oldu. Günlerce içimde gizlediğim sancım “ah!” la hafifler gibi. Belki de bir giz olmaktan çıktı da ondan bana rahatlık verdi. “Giz”, her zaman açılmasını bekleyen bir sırdır ve sırlar, şifreleri bulunmadan açılmazlar. İçten bir “ah!” çekmek, işte “ben buyum” demektir. Bir giz olan içimin bir şifresi oldu “ah!”. Kafam karışık, duygularım bağlı, bir türlü toparlayamadığım zihnim düşünce kırıntılarıyla dolu; onlar öylesine darmadağın ki, onlardan uygun gelenleri seçip bir şey inşa etmek pek mümkün gözükmüyor. “Ah!”, bir şifre olmuş içime ama, bir şok tesiri de yaptı bende. Duygularımdan her biri bir tarafa başını alıp giderken, bu “ah!” la kendilerine geldi. Zihnimin karışıklığı berraklaşmaya, aklım da dizginleri ele geçirmeye başladı. “Ah!”, bir deşarjdır, bir rahatlamadır patlama sınırına gelenler için.
İkinci bir harfle anlama kavuşan “a” nın benim için bir cerrahi ameliye yaptığını anladım. Bu zamana kadar ne tür bir sancı çektiğimi bilmiyordum. Yazma sancısı! Ama sancılar listesinde adı geçmiş değil. Oysa koyu ve gizemli sancıdır bu. Çekilen sancıdır; ama adından kimsenin haberi olmaması bu sancı türünün gizeminden kaynaklanmaktadır herhalde. Bütün yazarlar çekerler bu sancıyı? Yazamadıklarında çekerler daha çok. Doğum sancısından beterdir bu. Her harf, her kelime ve her cümle çocuklarıdır yazarların.
“Ah!”, yazımın ilk hecesi olamazdı. “Ah!” bir neşterdi yalnızca. Bundan sonrakileri kolaylaştırmak için. İçimin sıkışıklığını ortaya koyunca, gevşedim, hafifledim, yumuşadım. Gerilim müthiş bir rahatsızlıktır ya. Gerilen yayın okunu fırlatmaktan vazgeçtiğini düşünün. Okçunun da hedeflenenin de yumuşamadığını görmemek mümkün değil. Bu halde barış rüzgârları esmeye başlar. Duygularım, zihnim ve aklım bir barış havası içinde yeni bir ürün vermek için hazır hale gelir. Gerili ortam kime yârdir ki!
Sizi bilmem, ama ben, nedeni ne olursa olsun, belki de benim sürekli kapıldığım bir haldir ki, öyle gerilime düşenleri çok kollarım. Yanaşırım yanlarına, biraz çekinerek de olsa, bir fırsatı yakalar, onların yumuşamalarını sağlamaya çalışırım. Her defasında da başarırım. Bir söz, bir dokunuş, bir bakış, bir sözcük bu gibilerin gevşemelerine yeterdir. “Ah!” yalnızca bir sözcük olmasına rağmen, cerrahın elindeki bıçak görevini görmesi şaşılası değil. Rahatladım işte! Beni donduran içimdeki zehir gitti işte.
Rahatladım, ama duygularım ve zihnim pek de istediğim gibi bir arada değil, çok dağınık. Beynimin içinde müthiş bir hareket var. Gelişigüzel dağıldıktan sonra yerlerini ve arkadaşlarını arayan bir ordu örneğinde olduğu gibi, içimin çok geniş alanı içinde bir koşuşturma var. “a” harfine bakarken oluyor bunlar. Bir toparlanmanın startının verildiği belli. “a” ve “ah!”, artık konu bulmaya yarayan bir meditasyon aracı oldu sanki. “a” beyaz ekranda siyah inci gibi dururken, hem gevşiyorum ve hem de uçsuz bucaksız düşünce denizine dalıyorum. Amacım bir konu bulmak da değil artık. İnanıyorum ki, zihnimdeki gelgitlerin durulmasına ramak kaldı. İsteksiz yazılan bir “a”nın bile, üzerimdeki etkisine bakın. “a” içimin ışığı oldu; karanlığın tek ışığı. Elektrik düğmesi gibi bir şey; oraya dokununca evren kadar genişleyen ama bir o kadar da karanlıklaşan beynimin içindeki bütün lambalar yandı.
Bir yerden başlamanın ne büyük enerji verdiğini görüyorum ve hatta ona dokunuyorum bilgisayarımın başında. Başlamak öyle bir çıkıştır ki, yüzde yüz demekle abartmış olmayayım, ama gerçekçi bir ifade kullanmak gerekirse, yüzde doksan hedefe kilitlenmektir. İlk insandan bu yana başlanıp da hedefine ulaşmayan çıkışlar yok gibidir. Şiddetli arzular ise, başlamadıktan sonra potansiyel enerjilerdir ancak. Boşanmayan enerjiler rahatsızlık verir. Ya ben günlerdir bu rahatsızlığı boşuna mı çektim! Yalnız bir “a” başlamaya yetermiş oysa.
Sayıya gelmez konular içinde konu beğenmenin ne kadar zor olduğunu biliyorum. Bir çocuk, renk renk oyuncaklar içinde, hangi oyuncağı seçme konusunda nasıl zorlanırsa ya da bir çiçek bahçesinde şaşırıp kalırsa, ben de bir anlamda oynamak ya da seyircilere göstermek için, konu seçimimi kolay yapamıyorum; elim ayağım dolanıyor ve beynim duruyor. Çevremde ve içimde konu mu eksik? Eksik yok, ama konu çokluğu var; işte bütün sorun da bu ya. Seçenekler ne kadar çoksa seçim de o kadar zorlaşır. Ben bir konuyu yalnız kendim için mi seçiyorum sanki? Başkaları da var elbette; konu seçimimde zorlanmamın bir nedeni de bu. Konunun pazarlanması var işin içinde.
Konu bulamayınca, “konulardan bana ne” demekle, bu ağır baskıyı savuşturmak istedim. Kaçmayı denedim sorumluluktan. Bir yerden kaçış, özgürlüğümü sağlar mıydı? Doğrusunu söylemek gerekirse, nereye ve ne için kaçacağımı bilemedikten sonra, bir sorumluluk yerine daha çok sorumlulukların içinde kendimi bulacağım da kesin. Yağmurdan kaçıp doluya tutulmak buna derler. Hem ben yalnız değilim ki! Çevremin istekleri var benden. Konu aramakla bunlara cevap verme durumundayım.
“a” ile başladık bir şekilde, ama arkası gelmiyor. Kilitleneceğim ve yoğunlaşacağım bir konu var mı? Zihnimin toparlanmasına ise bir şey diyecek yok. Yani buna rağmen hazır mıyım? Konu, konular! Bir konu ile hikâyeme başlayabilmek! Bir nokta, bir harf, bir hece ve bir cümleyle başlamak; belki de hazların en büyüğü. Ama daha büyük bir hazzın eşiğinde olduğumu biliyorum. “a” bir başlangıç noktası. “a” ve “ah!” lara teşekkür mü etmeliyim? Bunlar zihin hazırlığımın ilk adımları.
“a” hikâyemin ilk harfi olamaz; onu biliyorum. Bir türlü de silemiyorum. O benim ilk adım attığım basamağım sanki; silersem üzerinde olduğum basamağın birden çökeceğini, yok olacağını ve buna bağlı olarak kendimin de silineceğini sanıyorum. Ama “a” bütün masumiyetiyle karşımda. “İstediğin gibi beni kullanabilirsin” diyor. Ona kıyamıyorum. “a” alfabenin ilk harfi, benim de bunca tutuk dönemimden sonra, elimde olmadan tuşladığım ilk harf. İlk harf ve ilk harfi takip eden harfler arasında dansımı yapacağım. Belleğimin içindeki kelimelerle oynayacağım.
Çeneme destek olan sol elimi çekmek istedim. Sonra vazgeçtim. Bilgisayarıma yığılacağımdan korktum. Bir an kendime geldim. Hani gevşemiştim, hani zihnim toparlanmaya başlamıştı. Hâlâ bir önceki kurşun ağırlığını yaşamamın bir kuruntudan ibaret olduğunu sezinlemede gecikmedim. Çenemden aldım elimi. Düşmedim. Yazma pozisyonunda klavyeye eğildim. “a” harfini daha net görmeye başladım şimdi. Ama “a” ile başlamayacağımı biliyorum. Konu belli mi yoksa? Hayır, henüz zihnimde beliren bir konu da yok. Şöyle bir rahatlama içindeyim ki, er geç bir konu bulacağıma ve o konuyu gergef yaparak işleyeceğime inanıyorum.
Konuyu bulmadan bir şeyler karalayamayacağımı biliyorum. Konu âdeta merkez olur zihnimde; fikirler konu etrafında dans etmeye başlarlar. Konuya uygun sıralanırlar, el ele verirler. Danslarında birçoğu elenir. Kelimelere hatta hecelere varıncaya kadar, en küçük ayrıntıya varıncaya kadar elekten geçerler de konuya uygun hale gelirler. Yoksa bir harfle başlamak, işi bitirmeye yetmez elbette. Bir yerden olsun başlamak için “a” harfini silmeye kalkmaya yeltendim. Bir el durdurdu beni sanki. “Biraz daha biraz daha” der gibi. Konunun zihnimde netleşmesine yoğunlaşıyorum.
Konu kafamda olgunlaşmadan hikâyeye başlayamayacağım da kesin. Kafamın içinde konu, binlerce fikrin yapışıp kaldıkları hafızamın bilmem hangi bilinmeyeninden süzülüp gelmeleri için bir çekim merkezi oluşturacak, oluşturmalı da. Öyle bir diziliş meydana getirmeliler ki, hikâyeye başlandı mı artık fikirleri, kelimeleri ve cümleleri durduracak hiçbir engelle karşılaşılmamalı. Dolup taşmak üzere olan fikirler, ne pahasına olursa olsun, gün ışığına çıkarlar. Sahipleri bile bunlara engel olamaz.
Kalkıp biraz gezinmek istedim odamın içinde. Bir taraftan da yakaladığım konuya yoğunlaşma olgusunu kaybetmekten korkuyorum. Oysa “a” hazır karşımda toparlayıcı bir unsur olurken, konuyu artık beynimin içinde yavaş yavaş oluşturmaya başlamalıyım. Koltuğuma yaslandım. Bir “ah!” çektim. Tutuk anlar öyle uzun sürmez. Kararlılıktır ve üzerine üzerine yürümektir ancak duyguların kilidini açmak. Belki de sabırdır daha çok. O nedenle odamın içinde gezinmekten vazgeçtim. Gülümsedim. Böylece daha da gevşemiş oldum. Her zaman olduğu gibi düşünme pozisyonumu aldım. Zihnimde yine son derece hızla gidip gelen fikirleri yavaş çekim durumuna almaya çalışıyorum. Başarabiliyor muyum? İstediğim gibi değil.
Ee, kolay değil, konu seçmek. Konu seçemedikleri için yayın organlarına yazı ya da öykülerini gönderemeyenler az mı? Çektikleri acıları, zihinlerinde olan gelgitleri onlara sormak gerek. Öyküyü oluşturmak için çekilen bir acı ve bir ürünün ortaya çıkarılamaması ikinci bir acı. Bense yalnız bir acı değil, acılar yaşıyorum. Acıların bana haz verdikleri bir yanları da var. O da, ama böyle ama şöyle, hikâyemi tamamlayacağıma ilişkin kararlılığıma destek olmalarıydı. Hikâyemin er geç bitip şöyle yan yatarak neşeleneceğimi hayal ettikçe acılarım hafifliyordu.
Tekrar niçin güldüğümü sorarsanız, nedeni çok basit. Söyleyeyim isterseniz. Konu ararken, farkına varmadan uğraşım ve didinişimin de olgunlaşarak bir hikâyeye dönüştüğünü görüyorum.
İşte benim tam gevşeyip ve hazların doruklarına tırmandığım andır bu an. Ah ne güzel, dünya varmış; baştan sona gizemlerle dolu dünya, bütün zıtları içinde saklayan dünya! Bir “Ah!” dedirtirsin, sabrın o kutsal nefesinde, uğraşların hemen arkasından ilhamları boşatırsın!
Bilmem, siz de serüvenin burada bittiğini fark ettiniz mi?