Ali Bulaç, Ahmet Altan ve İlahi hidayet

Nurettin HUYUT

Ahmet Altan, 6 Aralık 2008 tarihli Taraf gazetesindeki yazısında; Müslümanları tahlil etmeye çalışmış, “Müslümanların inandıkları gibi yaşamadıklarından” bahisle serzenişte bulunmuş ve haklı olarak “neden inandığınız gibi yaşamıyorsunuz?” diye de soruyor.  Özetle “ben olsam öyle yapmazdım” diyerek de kendince bir kısım Müslümanların tutarsız davrandığını ima etmiş.

Ali Bulaç da “özü sözü bir olmayan” Müslümanlara karşı yapılan bu serzenişi haklı bularak, aslında bu insanların iman zaafı taşıdıklarını ince bir üslupla dile getirmiş.

Kur’an hakikatlerini baz alarak, O’nun tefsiri olan Risale-i Nur ışığında olaya bakarsak meselenin farklı bir boyutunun olduğunu görebiliriz. Bu yazıyı okuyunca bizim aklımıza da şu soru geliyor. “Ahmet Altan gibi aydınlarımız her konuda en iyi yorumu yaptıkları, her olayı herkesten iyi tahlil ettikleri halde neden bu kâinata bakarak, kâinatın yaratıcısını bir ami Müslüman kadar anlayıp tanıyamazlar?”

“Dünyanın Güneş etrafında dönüşünden gece gündüze kadar birbiri peşi sıra gelen olaylar zincirini her gün yaşadıkları ve gördükleri halde, neden bu kadar düzenli bir âlemin yaratıcısını tanımazlar? Tesadüfe ve tabiata havale ederler?  “ Tabiat ana yaptı” derler?”

Gerek enfüsi gerek afakî âlemde Allah’ı gösteren binlerce delil var. Küçük büyük her varlık Allah’ı tanıtır. Allah’ın varlığına ve birliğine şahadet eder, ispat eder. Buna rağmen bu insanlar esere bakarak eser sahibini tanıma gibi görünüşte basit bir inancı göstermezler.  Yaşamları boyunca birçok sergi gezmişlerdir, gezdikleri bu sergilerin bir tanesinde acaba eser sahibi olmayan tek bir eser görmüşler midir? Elbette görmemişlerdir.

Peki, yeryüzü sergisinde her bahar mevsiminde gösterime sunulan binlerce hayvan ve bitki çeşitlerinden hangi biri bu insan sergisinden daha basittir? O sergilerdeki eserlerin sanatkârını kabul ettikleri halde bunların yaratıcısını neden kabul etmezler? 
Bizim aklımıza da bu sorular geliveriyor birden..

Yani, aslına bakarsanız yanlış yapan sadece inananlar değil bütün insanlar bu anlamda bir takım yanlışları veya eksikleri bilerek veya duyarsız davranarak yapmaya devam ediyor. Başka bir ifade ile “bile bile lades” denen şeyi herkes her yerde her zaman yapıyor.

İnanan inandığı gibi yaşmamakta direniyorsa, inanmayan da birazcık olsun aklını kullanıp yaratıcıyı bulmaya çalışmamakta direniyor. Kısacası imtihan için bu dünyaya gelmiş olan insanların “bilerek” birçok yanlışı yaptığını kabul etmek gerekiyor.

Demek ki olay, bu asrın en büyük hastalığı olan “bilerek ve severek dünya hayatını ahrete tercih etme” hadisesini herkesin yaşadığı gerçeğini görememektir. Ahmet Altan gibi iradeli ve zeki birisinin bu anlamda her şeyi bildiği halde iman nimetinden mahrum kalması ve bu yönde hiçbir çaba göstermemesi ne ise, inanan insanların bildikleri halde yaşamamaları da aynı şeydir.

Neticede her şey gelip hidayet meselesinde düğümleniyor. “Hidayet Allah’tandır” hakikati her yerde her zaman hükmünü icra ediyor.  Bediüzzaman Hazretlerinin ifade ettiği gibi bir çam çekirdeğinden koca çam ağacına kadar ne kadar mertebe varsa imanda da o kadar mertebe var. Zerreden Güneşe kadar ne kadar kademe varsa imanın da o kadar kademeleri ve mertebeleri vardır. Her bir Müslüman bu kademelerin herhangi birinde yer almaktadır. Birinin imanı bir zerre kadarsa, bir diğerinin imanı bir hücre kadardır, bir başkasının bir ev kadar, bir diğerinin dünya kadardır. Hz. Ebubekir-i Sıddık’ın imanı Güneş kadarsa, Ebu Cehil’in imanı zerre kadar bile değildir. Hidayetten nasibi olmamıştır.

Kısacası ne kadar iman o kadar ibadet, ne kadar hidayet o kadar Müslümanlık. Tersinden söylersek ne kadar ibadet o kadar iman, ne kadar dürüstlük o kadar inanç. Yani, biri birini destekleyen, biri birini doğuran biri diğerini netice veren iç içe iki kavramdır. İman ve hidayet…(İmanın hayata aksetmesi)

Bu durumdan hiç kimse müstesna değildir. Her kişi mertebesine göre davranmakta, imanının ve inancının mertebesini ortaya koymaktadır. Yani, “aynası iştir kişinin lafa bakılmaz” kaidesi her kişi için geçerlidir. Her insan inancının derecesini yaşantısıyla göstermiş oluyor. Bu da zaten imtihanın bir gereğidir. İnsanlar bu dünyaya imtihan için gelmişlerdir. Bu imtihandan hiç kimse müstesna kalamaz.  “Cennet ucuz olmadığı gibi cehennem de lüzumsuz değildir.”

Bu açıdan baktığımızda inananlar ne kadar kınamayı hak ediyorsa, bilmeliyiz ki, inanmayanlar da aynı kınamayı fazlasıyla hak ediyor. Kimse kimseyi kınayacak durumda değildir. Biz kendimize bakalım derim.

nurettinhuyut@risalehaber.com

İlk yorum yazan siz olun
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.