Isparta’nın Senirkent ilçesinde Dr. Tahsin Tola ve Ali ihsan Tola için Mevlidi şerif icra edildi. 15 Mayıs Pazar günü saat 10’dan sonra Mevlid Kur'an tilavetiyle.
“Akimusselata lidülülükşemsi ilagasekılleyli ve kuranel fecriinne kuranelfecri kane meşhuda/ve minelleyli veteheccedbihi nafiletenlekasa en yabaseke rabbüke makamen mahmuda/ve kul rabbi edhilni müdhele sıdkın ve ehricni mührece sıdkınve caallliminledünke sultanan nesira/ve kulcael hakku ve zehekelbatilu innelbatile kanezehuka/ve nünezzilü minelkuran ma hüfeşifaün ve rahmetünlilmüminine velayezidüzzalimine illa hasarave iza enemna alelinsanni araza venabicanibihi ve izamessehü şerrükane yeusa.” (İsra 79-83) Sana mahsus olmak üzere gecenin bir kısmında kalkıp Kur’an oku, teheccüd namazı kıl. Böylece Rabbinin seni Makam-ı Mahmud’a eriştireceğini umabilirsin. (Bu ayette beş vakit namaz mücmel olarak yer alır. Vakitleri ayrıntılı olarak Hz. Peygamber (asm) bildirmiştir. Böylece Miraç gecesi bildirilen beş vakit namaz, Miraç ile en son ilgili İsra suresinde peygamberimize öğretilmiş. O da, “benim nasıl namaz kıldığımı görüyorsanız siz de öyle kılın” buyurmuştur. Aksi halde namazı Allah’ın istediği tarzda eda etmenin mümkün olmadığına böylece dikkat çekmiştir.
Gece uykudan uyanmak suretiyle kılınan teheccüd namazı Hz. Peygamber’e (asm) farz, ümmete sünnettir. Makamı Mahmud Allah’a yakınlık ve ahiretteki en büyük şefaat makamıdır. Gece namazı kılan bu makamın şualarının yansımasına ve o makamın himmetiyle kurtulmaya gayret eder. Ne büyük bir makam ve ne büyük bir teşvik.
Bediüzzaman değil gece namazı, geceleri ibadetle geçirmiştir. Bediüzzaman, ”Nur talebeleri inayete mazhardır ama geceleri ibadet ve taata deam et“ şeklinde hitap eder bir muhatabına. Gece namazı hıfzın ve korumanın da sigortasıdır.
De ki Yarabbi gireceğim yere dürüst olarak girmemi çıkacağım yerden de dürüst olarak çıkmamı nasib et. Ve kendi katından beni destekleyecek kuvvetli bir delil ver bana. De ki Hak geldi batıl zail oldu, çünkü batıl yok olmaya mahkumdur. Biz Kur’an‘ı müminlere şifa ve rahmet olarak indirdik. Ama o zalimlerin sadece ziyanını artırır. İnsana ne zaman nimet versek Allah’ı anmaktan yan çizer, umursamaz. Başına bir dert gelince de ümitsizliğe düşer.
Ayeti Senirkent Orta Camii imamı Hasan Kocaağa okudu.
Ardından Bediüzzaman Hazretlerinin varislerinden Hüsnü Bayram Ağabey 23. Sözün birinci Mebhasini okudular.
Birinci Mebhas
İmânın binler mehâsininden yalnız beşini Beş Nokta içinde beyân ederiz.
BİRİNCİ NOKTA
İnsan, nur-u imân ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır. Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer; Cehenneme ehil olacak bir vaziyete girer. Çünkü, imân insanı Sâni-i Zülcelâline nispet ediyor. İmân bir intisabdır. Öyle ise, insan, imân ile insanda tezâhür eden san’at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i Rabbâniye itibâriyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat’ eder. O kat’dan san’at-ı Rabbâniye gizlenir, kıymeti dahi yalnız madde itibâriyle olur. Madde ise, hem fâniye, hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.
Bu sırrı bir temsil ile beyân edeceğiz. Meselâ, insanların sanatları içinde, nasıl ki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır; bâzan müsâvi, bâzan madde daha kıymettar, bâzan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık bir sanat bulunuyor. Belki bâzan, antika olan bir sanat, bir milyon kıymeti aldığı halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir sanat, antikacıların çarşısına gidilse, hârikapîşe ve pek eski hünerver san’atkârına nisbet ederek, o sanatkârı yâd etmekle ve o sanatla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir pahasına alınabilir.
İşte insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ve en nâzik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde yaratmıştır.
Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani, "Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum, mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım" gibi mânâlarla, insandaki sanat-ı Rabbâniye tezâhür eder. Demek, Sâniine intisabdan ibâret olan imân, insandaki bütün âsâr-ı sanatı izhâr eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye itibâriyledir. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.
Eğer kat-ı intisabdan ibâret olan küfür insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer; okunmaz. Zîrâ, Sâni unutulsa, Sânia müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz; âdetâ baş aşağı düşer. O mânidar âlî sanatların ve mânevî âlî nakışların çoğu gizlenir; bakî kalan ve göz ile görülen bir kısmı ise, süflî esbâba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Her biri birer parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye bakar. Maddenin gàyesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvanâtın en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz’î bir hayat geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte küfür, böyle, mahiyet-i insaniyeyi yıkar; elmastan kömüre kalbeder.
İKİNCİ NOKTA
İmân, nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı Samedâniyeyi okutturuyor; öyle de kâinatı dahi ışıklandırıyor, zaman-ı mâzi ve müstakbeli zulümâttan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vâkıada
“Allahu veliyüllezine amenu yuhricüüm minezzülumatı ilan nur “âyet-i kerîmesinin bir sırrına dâir gördüğüm bir temsil ile beyân ederiz. Şöyle ki:
Bir vâkıa-i hayaliyede gördüm ki, iki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere; ben o köprünün üstünde bulunuyorum. Dünyayı da her tarafı karanlık, kesif bir zulümât istilâ etmişti. Ben sağ tarafıma baktım; nihayetsiz bir zulümât içinde, bir mezar-ı ekber gördüm, yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümât dalgaları içinde a zîm fırtınalar, dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım; gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir cep fenerim vardı. Onu istimâl ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, "Keşke bu cep fenerim olmasa idi, bu dehşetleri görmese idim" dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler aldım. "Eyvah! Şu fener, başıma belâdır" dedim.
Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güyâ onun kırılması, dünyayı ışıklandıran büyük bir elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümât boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu; her şeyin hakikatini gösterdi. Baktım ki, o gördüğüm köprü gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle, nurânî insanların taht-ı riyâsetinde, ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim. Ve sol tarafımda fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şâhikalar ise süslü, sevimli, câzibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyâfetgâh, güzel bir seyrangâh, yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvanât-ı ehliye olduğunu gördüm. “Elhamdülillahi ala nurul iman “ diyerek”Allahu veliyüllezine amenu yuhricühüm minezzulumatı ilan nur” âyet-i kerîmesini okudum, o vâkıadan ayıldım.
İşte, o iki dağ mebde-i hayat, âhir-i hayat, yani âlem-i arz ve âlem-i berzahtır. O köprü ise hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş zamandır. Sol taraf ise istikbâldir. O cep feneri ise, hodbîn ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen enâniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve acîb mahlûkatıdır. İşte enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına mübtelâ olan adam, o vâkıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs ve dalâletâlûd mâlûmât ile, zaman-ı mâziyi bir mezar-ı ekber sûretinde ve ademâlûd bir zulümât içinde görüyor. İstikbâli gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh gösterir; hem, her birisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisât ve mevcudâtı muzır birer canavar hükmünde bildirir, “vellezine keferu evliyauhumun tağutu yühricünehum minennuru ilazzulumat” hükmüne mazhar eder.
Eğer hidâyet-i İlâhiye yetişse, imân kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa, kitâbullahı dinlese, o vâkıada ikinci halime benzeyecek. O vakit, birden, kâinat bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar; âlem, “Allahu nurussemavati vel ard”âyetini okur. O vakit, zaman-ı mâzi bir mezar-ı ekber değil, belki her bir asrı bir nebînin veya evliyânın taht-ı riyâsetinde, vazife-i ubûdiyeti ifâ eden ervâh-ı sâfiye cemaatlerinin vazife-i hayatlarını bitirmekle, Allâhü ekber diyerek makamât-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafına bakar ki, dağlar-misâl bâzı inkılâbât-ı berzahiye ve uhreviye arkalarında, Cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş bir ziyâfet-i Rahmâniyeyi o nur-u imân ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve zelzele, tâun gibi hâdiseleri birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur gibi hâdisâtı, sûreten haşin, mânen çok latîf hikmetlere medâr görüyor. Hattâ mevti hayat-ı ebediyenin mukaddimesi; ve kabri saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha sâir cihetleri sen kıyas eyle; hakikati temsile tatbik et.”
SÜLEYMAN SOYLU'NUN SÖZLERİ
Devamında, Tola ailesinden Abdullah Tola, misafirleri tanıttı. Sayın Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Süleyman Soylu’nun aramızda olduğunu bildirdi ve konuşmaya davet etti. Süleyman Soylu, Hüsnü Bayram Ağabey ve diğer zevatın önünde Bediüzzaman ve davasından ve Türkiye’nin siyasi ve fikri ve dini açıdan geldiği günleri anlattı. Memlekete ve millete, dini mübini İslama hizmet eden Nur talebelerini iman erlerini selamladı. Senirkent’in Demokrat Parti hareketi içindeki yerine işaret etti. Mazide milletin din uğruna çekmiş olduğu zulümlerden sonra gelinen durumun bir intikam ve bir rövanş olmadığını, çocukluktan beri seyrettiği bu değişmelerin vardığı müsbet noktaya vurgu yaptı.
“Günümüz yapıcı olan çok şeylere öğelere sahiptir, vardığımız nokta sevinç ve memnuniyet vericidir. Daha güzel menzillere ve geleceğe doğru emin adımlarla gitmekteyiz. Bu topluluk ve bu eserlerin mayaladığı Türkiye ve Dünya büyük değişimler sağlamıştır ve sağlamaya devam edecektir. Bu çileleri Bediüzzaman ve talebeleri çekmiş, onların azmi ve iradesi ile bugünlere gelinmiştir. Biz Bediüzzaman ve talebelerinin manevi müzaheretiyle bugünlere geldik ve ülkenin dertlerini ve bunun yanında Suriye, Irak ve Türkistan ve diğer İslam ülkelerinin dertlerini de kendimize dert edindik.”
Sayın Soylu, atalarımızın, Osmanlının tarihi kucaklayan ve yöneten ve ıstıraplara koşan mantığı doğrultusunda hareket edildiğini belirtir. Bediüzzaman, Tahsin Tola ve Ali İhsan Tolalar ile Adnan Menderes, İslamın inkişafına hizmet etmiştir. Tahsin Tola Bediüzzaman ile Menderes arasında bir tevhid ve siyaset felsefesi dokumuştur. Soylu bu hareketin dikkatinden kaçmadığını ifade eder. Oradan diyebiliriz ki Bediüzzaman’ın siyasi istikrar fikri bugün de talebeleri ile yine aynı vadide devam etmekte. Sayın Süleyman Soylu ve Said Yüce’ler de bunun tezahürleridir.
Soylu, Türkiye'nin çok sıkıntılı zamanlardan bugünlere geldiğini bildirdi. "Bugün konuşabildiğimiz, ifade edebildiğimiz, anlatabildiğimiz, dertlenebildiğimiz, kendimizi ifade edebildiğimiz, özümüzü paylaşabildiğimiz, korkmadığımız, ürkmediğimiz, çekinmediğimiz bir noktaya geldik" diyen Soylu, şöyle devam etti:
"Yapacağımız çok şey var ve bundan sonra atacağımız adımlar, bütün dünyaya söyleyeceğimiz sözler var ve hakiki sözler var. Bir kardeşiniz olarak söylüyorum dünyanın da buna ihtiyacı var. Bu mücadelenin hiçbiri boş mücadeleler olmamıştır. Hepsinin bir hedefi, amacı menzili olmuştur."
Soylu, Said Nursi'nin mezarını kaybetmeye çalışanların, hakikatleri kaybetmenin zor olduğunu anladığına işaret ederek, 10 yıllar sonra insanların burada olduğunu, yüzyıllar sonra da hakikatlerin burada olacağını, çünkü hakikatlerin peşinde gidildiği sürece insanın eşrefi mahlukat olacağını vurguladı.
Türkiye'nin bugün büyük bir hürriyet ortamı içinde olduğuna dikkati çeken Bakan Soylu, şunları kaydetti:
"Şimdi Allah'a şükürler olsun ki sanki göğsümüze gül kokusunu çekercesine bütün sahip olduklarımızı ifade edebilen bir hürriyet ortamı içerisindeyiz. Bunu daha da genişleteceğiz. Bunu sadece buraya değil, bu aranızdaki birlikle birlikte bütün gönül coğrafyamıza, bunu ifade edip, anlatacağız. Bugün Suriye'deki dert, bize bir şey ifade ediyor. Suriye'deki dert bizim derdimizdir. Bugün Irak'ta yaşananlar bizim derdimizdir. Bugün Kafkasya'da yaşananların tamamı bizim derdimizdir. Biz, sadece kendi derdimizle, kendi ürettiklerimizle, kendi günlük sorunlarımızla dertlenen bir anlayışın adı değiliz. Bizim bir derdimiz var. Bizim derdimiz kalptedir. Elbetteki günlük meşgalelerimiz hayatımızın günlük uğraşlarımızın içindedir, ama menzili, hedefi belirleyen onlar değildir. Onun için, bizden öncekiler, bizden daha büyük sıkıntı çektiler. Biz, bugün hürriyetin, özgürlüğün çok daha iyi olduğu, imkanlarımızın çok daha geniş olduğu bir ortamdayız. Hep birlikte bu memleketi bir taraftan iktisadi açından bir taraftan manevi açıdan kalkındırarak, inşallah yarınlara güçlü adımlar atacağız. Bu medeniyetin, Anadolu cemiyetinin, bu milletin üzerine görev olan vazifeleri yerine getirmek için de inşallah çabalarımızı inşallah sonuna kadar devam ettireceğiz."
Mevlidi Şerif, namaz ve yemekten sonra sona erdi. Ülkenin birçok yerinden bu mutlu güne katılan insanlar memnun ve mesrur, şevk ile memleketlerine ve evlerine döndüler.