İnsan, bu dünyada imtihan sırrı gereği olarak ona kötülükleri, yanlışları, iyilikleri ve güzellikleri fısıldayan ve nefse bağlı olarak çalışan ulvi duygulara sahiptir; buna irade diyebiliriz. Çünkü irademiz ile doğru ve yanlışı seçeriz. İrade; insanın kendi isteğiyle seçmesi, tercih etmesi ve onaylamasıdır. İnsanın, insan olarak hayatını devam ettirmesi için, nelerin doğru ve nelerin yanlış olduğunu bilmeye ihtiyacı vardır. Çünkü insan, bu bilmeye göre adımlar atar; yanlış veya doğru yolda olduğunu anlar ve çok kıymetli ömür sermayesini bu bilmeye göre şekillendirir. Doğru ve yanlışlar arasında iradeyi doğru kullanmak çok önemlidir. Çünkü kişilik bu şekilde oluşum sürecine girer ve hayatta attığı adımlar, bu oluşum çerçevesinde meydana gelir.
Bir insan, yolda ayağı takılıp düşerse hemen kalkmak ister. Neden? Çünkü bilir ki düşmek fıtratına uygun değildir ve doğru durması gerekir. Fakat imtihan dünyasında yanlış yollara takılıp düşenler bazen o düştüğü yerler, nefsin ve şeytanın süslemeleriyle kendisine güzel görünür ve düştüğü yerden kalkmak istemez. Böylelikle kişi nefis ve şeytana kanar. “…çünkü nefis aşırı şekilde kötülüğü emreder…” [1]
Evet, ancak düştüğünün farkına varanlar ayağa kalkmaya çalışır. Bu hususta iradeyi doğru kullanmak çok önemlidir. Düştüğünün farkına varmayanlar veya farkında olduğu halde gaflet hali ile farkına varmak istemeyenler; yerde sürüklenmeye, toza, çamura ve kire bulaşmaya mahkûm değil midir? Aynen öylede Allah (cc) bizlere irade vermiştir. İradesini doğru kullanarak, yanlış yolda olduğunun farkına varanlar, hemen ayağa kalkmaya çalışır. Bile isteye yanlış yolda ısrar edenler ise dahada yanlışların içinde batmaya mahkûm değil midir? “Ben günahlara bulaştım, yanlış yollarda yürüdüm, kötü arkadaşlar edindim, arzu ve heveslerime kapıldım” diyen kişi, yanlışlarının farkına vardığı vakit, hemen tövbe kapısına tutunup ayağa kalkar ve ahir zamanın günah çukurlarına karşı dimdik ayakta durmaya gayret gösterirse o vakit Allah’ta o kuluna inayette bulunur ve ayaklarını hakikat yolunda sağlamlaştırır. Çünkü kul, iradesini doğru yolda kullanmıştır. Kişi, "iradem zayıf" deyip şeytana kanmamalıdır; aksi halde nefs ve şeytanın vesveselerine uyarak irade zayıflığını sorumluluğunun dışında tutar ve sadece kendini kandırmış olur.
Bazı kişilerden duyulmuştur ki; "Allah (cc) benim irademi zayıf yaratmış, bu sebepten ötürü ben hak olan yolda kalamıyor ve tövbe edemiyorum, bu suç benim değildir" deyip suçu irade zayıflığına yükler, nefsin ve şeytanın maskarası olur. Oysaki insan rahatlıkla iradesiyle iyiyi ve kötüyü seçebilme kabiliyetine sahiptir. İrade zayıflığını bahane ederek iman hakikatinden uzaklaşıp inkâr bataklığını seçmek; yani iradesini kendi isteğiyle inkâr yolunda kullanmak değil midir? O vakit nerede kaldı irade zayıflığı? İrade zayıfsa eğer, şer yolları ve inkâr yolları neden seçilir? Allah (cc) zayıf irademizi güçlü bir iradeye sahip olma kabiliyeti de vermiştir. Şüphesiz ki irade zayıflığını bahane göstermek, şeytana uymak ve onu dost edinmekten başka ne olabilir?
O vakit hayatımızı zorlaştıran ve bizleri olumsuzluklara doğru iten başlıca sebeplerden bir tanesi de irade zayıflığını sebep göstermemiz değil midir? Nice kimseler irade zayıflığından; yani istediğini, imkânı ve gücü olduğu halde aslında tembellikle yapmamaktan şikâyet edip hayatta hep başarısız olmuş ve suçuda irade zayıflığına yüklemişlerdir. Böylelikle sorumlu olduğu asıl vazifeleri yapmaktan kaçıp kendi nefis ve hevalarına göre kılıf uydurup kendilerini sorumluluktan uzak tutmuşlardır.
Örneğin; kişi hayırlı bir yola adım atmak ister, bu hayırlı yola adım atmayı irade zayıflığını sebep gösterip hep erteler. Böylelikle gün gelir hiç adım atmamış olacak ve adım atmadığı hayırlı yol için, hayatta mutsuz olup geri dönüşü olmayan pişmanlıklara düşer. Tüm bu olumsuzluklar iradeyi zayıf kullanma sonucu oluşmaktadır. Unutmamak lazımdır ki; irade zayıflığı dediğimiz hadise, nefse ve şeytana uymaktan gelir. O halde iradeyi güçlendirmek için nefis ve şeytanın farkında olup onları çok iyi tanımak lazımdır. Şüphesiz ki; “Nefsini arındıran kurtuluşa ermiştir. Onu kötülüklere gömüp kirleten kimse de ziyana uğramıştır.” [2] Buyurur Rabbimiz.
Mevlana Hazretleri (ks) ne güzel ifade etmişler: “Su, geminin içine girerse onu batırır. Altında bulunursa onu yüzdürür.” [3] Yani insan, nefis ve şeytanın farkında olup onlara hâkim olduğu nispette Allah (cc) katında derecesi artar ve ayaklarını hak ve hayırlı yolda sağlamlaştırır. Mevlana’nın verdiği “su, geminin içine girerse” örneğinde olduğu gibi, şeytan ve nefsin bizi içimizden batırmasına müsaade etmeyelim. Aksine onları bir araç olarak kullanıp; yani yap dediklerini yapmayıp “insan-ı kâmil”[4] olma yolunda irademizi sağlamlaştıralım.
Hâsılı; çalışmayan demir pas tutar ve zamanla çürüyüp gider. İradede eğer kullanılmazsa zayıflar ve yeteneğini kaybedip zayıf bir iradeye döner. Böylelikle insan yanlış yolların içinde bocalayıp duracak ve ebedi hayatını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır.
Evet, güçlü bir iradeye sahip olmak kuvvetli bir inanç ve sağlam bir akılla oluşur. İradeyi güçlendirmek için; aklı takviye, kalb tasfiye [5] ve nefis terbiye edildiği ölçüde irade sağlam ve güçlü olur. İrade zayıflığı bahane edilip insanın inkâr ve küfür yollarına sapması akıl karı değildir.
Rabbim irademizi Kur’an ve Sünnet yolunda güçlü kılanlardan eylesin. Her şeyin en iyisini bilen Allah’tır.
[1] Yusuf Suresi 53. Ayet Meali
[2]Şems Suresi 9. Ve 10. Ayetler Meali
[3] Mevlana, I, 76.
[4]Arapça’da mükemmel/yetkin insan anlamına gelen insan-ı kâmil terimi, tasavvuf felsefesinde mutasavvıfların ortaya koyduğu fenâfillah/Allah’ta yok olma, bekâbillah/Hak ile bâkî olma aşamasında insanın varacağı son aşamayı nitelemek için kullanılmıştır. Vahdet-i vücûd öğretisine dayalı fenâ düşüncesine göre, insanın amacı, beşerî varlığını Allah Teâlâ’nın varlığında eritmektir. Bu aşamaya ulaşan şahıs, ilâhî aşkla kendisinden geçer ve içinde yaşadığı gerçekliği başka bir gözle görmeye başlar. Bu mertebede insan-ı kâmil, kendi beşerî iradesinden sıyrılmış, irade ve arzularından arınarak ruhî olgunluğa erişmiş insanı ifade eder.
[5]Kalbin tasfiyesi, temizliği, dîne uymakla ve sünnetlere yapışmakla ve bid'atlerden kaçmakla ve nefse tatlı gelen şeylerden sakınmakla olur.
Kalbi tasfiye etmekten maksad; mânevîâfetleri gidermek, kalbi hastalıklardan kurtarmaktır. (İmâm-ı Rabbânî)