Gözün görme kâbiliyeti, kulağın işitme gücü sınırlı olduğu gibi aklın idrak tâkati de sınırlıdır. Nasıl ki gözün görme sınırının ötesinde olduğu için görülemeyen sayısız varlık mevcutsa, kulağın işitme seviyesinin dışında kaldığı için işitilemeyen sayısız ses varsa, aklın da idrak hacminin dışında olduğu için kavranamayan daha nice hakîkatler vardır. Yani akıl, hakîkati bütünüyle kavramakta tek başına kâfî değildir.
Nitekim hakîkate ulaşma husûsunda aklı hudutsuz bir kudrete sahip telâkkî eden rasyonalist filozoflar, tesir edebildikleri insanları saâdet yerine ancak sefâlete sürüklemişlerdir.
AKIL NE İLE TERBİYE EDİLMELİ?
Yarattığı kullarının husûsiyetlerini hiç şüphesiz ki onlardan çok daha iyi bilen Allah Teâlâ, aklın hakîkate ulaşmadaki bu zaaf ve kifâyetsizliğini telâfî için, insanlık tarihi boyunca -rivâyete göre- 124 bin küsur peygamber göndermiş, vahyettiği suhuflar ve kitaplarla da insanlığı hakîkate ulaştırmak için en güzel yardımlarda bulunmuştur.
Dolayısıyla aklın vahiy ile terbiye edilmesi şarttır. Zira o, ilâhî beyanlar rehberliğinde terbiye edilmediği takdirde, âdeta azgın bir at gibidir ki, onunla hedefe ulaşmak mümkün olmadığı gibi, yarlardan yuvarlanıp helâke dûçâr olmak da kuvvetle muhtemeldir. Bu yüzden, nasıl ki vahşî bir atın enerjisinden en güzel bir şekilde istifâde etmek için ona gem vurup terbiye etmek gerekliyse, aklı davahyin ve onun şerh ve îzâhı mevkiinde olan sünnetin mânevî terbiyesi altına alarak “akl-ı selîm” hâline getirmek zarûrîdir. Bu yapılmadıkça o, bir silâh gibi iş görür; hayra da vâsıta olabilir şerre de…
Allah katında mes’ûl sayılmanın şartlarından biri, bâliğ olmak, yani bülûğa ermek, diğeri ise âkil olmak, yani hatâyı sevâbı ayırt edebilecek seviyede aklî melekelerin gelişmiş olmasıdır. Bu ölçüyle çocuklar ve mecnunlar, İslâm nazarında amellerinden mes’ûl değildirler.
Kaynak: Osman Nûri Topbaş