Allah kime yeter?

Ahmet AY

"Bir kısım insanlar, müminlere: 'Düşmanlarınız olan insanlar, size karşı asker topladılar, sakının onlardan!' dediklerinde, bu, onların imanlarını bir kat daha arttırdı ve 'Allah bize yeter. O ne güzel vekildir!' dediler." (Âl-i İmran, 173.)

Yazdıklarımız bir yönüyle dışarıya açılan kapılarımız, bir yönüyle esir alıcı duvarlar. Özellikle 'öze dokunan şeyler' yazıyorsak, kendimizi de esir alıyoruz demektir. İnsanın kendisinden bahsetmesi, ötesinden bahsetmesinden daha fazla dikkatli olmaya mecbur kılıyor onu. Ötemiz hakkında yazdığımız şeyler eğer yalansa, mutlaka bir yerlerde yakalanırız, çünkü ötemizde yalnız değiliz, yani tek bilen biz değiliz. Dünya bilgisi az-çok herkese açık bir bilgidir. Sır tutulmaz kolay kolay âfâkta.

Fakat hakkında konuştuğumuz şey kendimiz isek, burada imtihan biraz daha çetinleşiyor. Çünkü yakalanmamız biraz daha zormuş gibi duruyor. Yalan söylesek bile kimse anlamaz gibi geliyor. O yüzden ipin ucunu en çok böylesi yazılarda kaçırıyoruz. (Veya kaçırmaya yatkınız.) Mübalağaya meyyaliz. Daha iyi birisi olmayı o kadar diliyoruz ki, bu arzu, metinde istikametten şaşmamıza neden oluyor. Yaşım hüküm cümleleri kurmak için küçük belki ama yine de biraz cür'etle şunu söyleyebilirim: Kendisi hakkında yalan söyleyen insanın yakalanması, dünya hakkında yalan söyleyenin yakalanmasından daha fenadır.

Bu neden böyledir? Birincisinin cehaleti veya başka bir özrü onu kurtarabilir. Affedilmesini veya en azından 'anlaşılır olmasını' sağlayabilir. Fakat kendisi hakkında yalan söyleyen yakalandığı anda bu hatası bilgisel/zihinsel değil ahlakî bulunur. Artık onun karakterine 'kezzap' damgası vurulur. 'Yalancı' diye tarif ettiğimiz, ahlakında zaaf gördüğümüz, güvenilmemesini salık verdiğimiz isimlerin çoğunluğu dünya hakkında değil, öncelikle ve genellikle kendisi hakkında yalan söyleyen isimlerdir. Çizgisi hakkında da olabilir bu. Karakteri hakkında da olabilir. Mazisi hakkında... Zaten ona sık rastlanır.

Böyle bir arkadaşım vardı. O kadar çok kendisi hakkında yalan söylüyordu ki, bu yalanları yakalayıp beş dakika önce söylediği diğer yalanla birlikte yüzüne çarpmak hiçkimsenin içinden gelmiyordu. Konuşması, inanmak için çaba sarfetmeye değmez, bir gürültüydü bizim için. Hiçbir kesin hüküm içermiyordu. İçerdiği hükümlere de inanılmıyordu. Ve kendisi de, bu kadar sık söylediği halde, yalanlarının farkedildiğinin farkında değildi. Olur da, yüzüne bunlardan bir tanesi vurulursa, enteresan tevillerle işin içinden çıkmaya çabalıyordu. Kurnazlık yapıyordu güya. Ve inanın başardığını sanıyordu. Fakat hakkın kurnazlığa ihtiyacı olur mu? Kurnazlık, daha kullanıldığı anda, eldeki/dildeki davanın üzerine soru işareti koydurur.

Ne hakkın ne de sâlim aklın kurnazlığa ihtiyacı yok. "En büyük hile hilesizliktir..." derken mürşidimin de altını çizdiği bu sanırım. Doğru, yarışmaya/kazanmaya, kıvırmaya ve kıvrılmaya mecbur olmayandır. Çünkü zaten muhatabının inanmasına muhtaç olduğunu düşünmez. Yanlış ile arasındaki kategorisel farklılığa dikkat çekmesi yeterlidir onun için. "Ben doğruyum, o yanlış, bitti." Güzelliğini kendi üzerinden tarif eder. Ötesi üzerinden değil. Yanlışa baskın gelmek, kalabalıkları peşinde sürüklemek, her zaman rağbet edilir olmak, bunlar hakikatin görevi değil. Doğru, doğru kalmakla görevlidir yalnız. Bu açıdan; "Allah yeter!" ifadesi, bir teselliden öte, bir düstur-u istiğnadır.

"Hem kanaat vasıtasıyla insanlardan istiğnâ etmek cihetinde, teveccühlerini aramaz. İhlâs kapısı açılır, riyâ kapısı kapanır." Yahut; "Hem Risale-i Nur, müşterileri aramaz; müşteriler onu aramalı, yalvarmalı."

Kurgusal olana, olmadığı halde öyle olmuş gibi göstermeye, sesini tasannu ile titretmeye hakkın yanında duranların ihtiyacı yok. Hak, hak olduğunu ispat etmek için kendisinden başka birşeye muhtaç değildir. "Şahit olarak Allah yeter!" Kur'an'da pek sık geçen bir ifadedir. Bu açıdan diyebiliriz ki: Hakikat, hakikat olduğunu ortaya koymak için Allah'tan başkasının şahitliğine ihtiyaç duymayan birşeydir.

Şu da çok önemli: En çok yarışırken kaybediyoruz. Kaybetmek hırsımızı incitiyorsa, yarışmak da ihlasımızı incitiyor. Hak ise yarışmayan birşey. Hem delil hem iddia. Hem dava hem dava içinde burhan. Cenab-ı Hakk derken de kastettiğimiz doğruluğu için başka delile/doğruya yaslanmaya ihtiyaç duymayan Allah değil mi? Delilleri biz, onun hak oluşuna birşeyler katmak için kullanmıyoruz, kendimizi ve başkalarını ikna etmek için kullanıyoruz. Biz yaslanıyoruz yani delile, şeytanın oyunlarından ötürü, Kayyum olan Allah'ı yaslamıyoruz. Bu yönüyle delil de, şahitlik de, ikna da aslında bizim ihtiyacımız. Neden? Çünkü ikna olmak yaslanmaktır. Yaslanmaya muhtaç olan bizleriz. Onlar bizim ilaçlarımız. "Ve o iki ilâç ise, biri sabır ile tevekküldür; Hâlıkının kudretine istinad, hikmetine itimaddır."

Yorum Yap
YORUM KURALLARI: Risale Haber yayın politikasına uymayan;
Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve BÜYÜK HARFLERLE yazılmış yorumlar
Adınız kısmına uygun olmayan ve saçma rumuzlar onaylanmamaktadır.
Anlayışınız için teşekkür ederiz.
Yorumlar (1)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.