Bir zaman çok zengin bir padişah varmış. O kadar zenginmiş ki, eşine rastlanmayacak arazileri, çiftlikleri ve fabrikaları varmış. Sonra buralarda çalıştırmak üzere çok yüksek ücretlerle alanında seçkin mühendisler, uzmanlar ve işçiler görevlendirmiş. Bu işlemleri tamamladıktan sonra her şeyi kendi halinde atıl bir şekilde bırakıyor. Ve çalışanlarını da boş boş oturtup kendi haline bırakıyor. Böyle bir projeye o kadar masraflar yapmak ve ondan sonra da gerçekleştirilen bu projeyi atıl bırakmak akla ve mantığa uygun olur mu?
Yine sanat değeri çok yüksek resimler yapan bir ressam düşünelim! Bu ressam, akla gelmedik sayısız ve harika tablolar çiziyor. Yapılan bu harika tabloları kimse görmesin diye teşhir etmeyerek kapalı bir yerde saklıyor! Ressamın sergilediği bu tavır, akla uygun olur mu?
Hâlbuki her insanın yaptığı güzel bir işi, bir resmi veya yazdığı bir makaleyi veya kitabı önce nasıl yaptığını kendi gözüyle görmek ve incelemek ister. Sonra da başkaların gözüyle görmeye çalışır. Çünkü seyircileri olmayan bir sanat eserindeki hüner ve güzellikler, sadece sanatkâra mahsus kalır. Onun için her sanatkâr yapacağı çalışmaları sanat galerilerinde ve fuarlarda teşhir edilmek amacıyla yapar.
İşte “Her sanatkâr kendi sanatını görmek ve göstermek ister”[1] veya “Her cemal ve kemal sahibi kendi cemal ve kemalini görmek ve göstermek ister.”[2] kaidesince, her sanatkâr sanatını seyredecek seyircilerin olmasını arzu eder. Çünkü seyircileri olmayan bir sanat eserindeki hüner ve güzellikler, sadece sanatkâra mahsus kalır. O zaman fazla bir anlam ifade etmemiş olur. Yüce Allah da sanatını hem görmek, hem de göstermek istedi. İsim ve sıfatların yansımalarını yarattığı varlıklar üzerinde ve eserlerinde bizzat kendisi görmek istedi. Ancak insanları ve cinleri sınava tabi tutmakla bu şeref ve lütuftan hissedar etmek istedi. Çünkü şayet kâinat yaratılmasaydı, Allah’ın sıfat ve isimlerinin sonsuz kemal ve güzellikleri bilinmeyecekti. Ve bu bilgi sadece Allaha mahsus kalacaktı. Anti parantez olarak hâşâ! Allah’ın bu âlemi, bir ihtiyaçtan dolayı yarattığı düşünülmesin! Çünkü her şey ve herkes varlığını devam ettirebilmesi için O’na muhtaçtır, fakat O, asla hiçbir şeye ve kimseye muhtaç değildir.
Cenab-ı Hak, sonsuz kudretiyle kâinatı, insanların yaşayabileceği şekilde yarattı. En son kendisine muhatap edecek insanı yarattı. Sonra da sonsuz şefkat ve merhametiyle bütün varlıkları insanın emrine ve hizmetine sundu. Yapılan bunca ikram ve ihsanlar karşısında kendini medeni kabul eden insana da bir teşekkür düşer herhalde.
Tabir yerinde ise, uzun çalışma ve emekler sonunda sahneye konan bir oyunu biletsiz seyretmek etik olmadığı gibi, insanın da kâinat sahnesinde sergilenen bunca nimetler, ikram ve ihsanlar karşısında ibadetlerin özü olan namazla teşekkür etmemesi etik olmasa gerek!
Atalarımız “Bir acı kahvenin dahi kırk yıl hatırı vardır.” demişler. Küçük de olsa bize ikramda bulunan birine hemencecik orada “teşekkür ederim” sözcüğünü kullanırız. Yine bize ihsanda bulunan saygıdeğer birine teşekkür eder, ayrıca bir de beden dilimizle saygıda bulunuruz. Yüce Allah’ın bizlere sunduğu bunca sayısız ihsan ve ikramlarına karşı beden dilimizle bir teşekkür etmemiz gerekmez mi? Bedenle yapılan bu teşekkür ise, ibadetlerin çekirdeği ve “dinin direği” olan beş vakit namazdır. “Nasıl ki insan kâinatın küçük bir örneği, Fatiha Suresi Kur’ân’ın nurani bir çekirdeği ise, Namaz da, “bütün ibadet çeşitlerini içerisine alan nurani bir fihrist ve bütün mahlûkat nevilerinin ibadetlerini ihtiva eden kutsi bir haritadır.”[3] Onun için Kur'an-ı Kerim'de 87 yerde namaz ifadesine yer verilmiştir.
Yüce Allah, kâinatı büyük ve geniş bir daire şeklinde yaratmış, merkezine hayatı koymuş ve her şeyi hayatın devamı için tanzim etmiş ve düzenlenmiş. Atomlardan yıldızlara ve güneşe, topraktan havaya kadar her şeyi hayata hizmet ettiriyor. Hayatın merkezine de rızkı koymuş ve bütün canlıları, bitkileri, hayvanları ve insanları hayatın merkezi olan rızkın peşinde koşuşturuyor. Yüce Allah, hayatın odak merkezi olan rızka da öyle bir özellik ve zenginlik vermiş ki, bütün isim ve sıfatların mana ve tecellilerini rızıkta toplamış ve odaklamış. Hayatın ve rızkın odak merkezine de rızkın bütün çeşitlerini tadacak ve tartacak özelliklere sahip insanı koymuş. Ve bütün bunların merkezine de şükrü koymuş.
Kâinatı bir ağaç kabul edersek, şükür onun meyvesidir. Şükrün en geniş kapsamlı olanı ise namazdır. Evet, namaz Bediüzzaman hazretlerinin ifade ettiği gibi “külli bir şükürdür.” Namaz olmazsa şükür olmaz, şükür olmazsa rızık olmaz, rızık olmazsa hayat olmaz, hayat olmazsa kâinat olmazdı. Yani ibadetlerin özü olan namaz şu kâinatın asıl sebebi ve “dinin direği” hükmündedir. Kuran’da ısrarla insanlara, “namaz kılın,”! “namaz kılın”! emrini sürekli hatırlatması namaz ibadetinin ne kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Bir de Allah’ın verdiği sayısız ihsan ve ikramlarına şöyle bir gözlükle bakalım: İnsana verilen azıcık kuvvetle ve ömür sermayesiyle şükürde bulunması imkânsızdır. Sadece bir göz nimeti için binlerce sene ibadet ve şükürde bulunsa yine az gelir. Fakat yüce Allah, bizlere siz “benim gözümün nuru” olan namazı kılın, ben sizi bütün nimetlerime ve ihsanlarıma şükretmiş gibi kabul ediyorum gibi cazip bir teklifte bulunuyor. Bu kadar cazip bir teklife karşı ilgisiz kalmayı akıl kabul eder mi hiç? Haydi, hep birlikte bu teklife evet kabul ediyoruz! diyelim. Ne deriniz?
Namaz Allah’ın sayısız nimetlerine teşekkür etmek için bir fırsattır, bunu kaçırmak ise büyük bir kayıptır. Daha bunlar gibi nice sebepler saymak mümkündür. Bu yazıda istifade ettiğim Risale-i Nur’da namaz ve ibadetle ilgili konulara daha geniş yer verilmiş, arzu edenler oraya müracaat edebilirler.
İşte bunun içindir ki, sadece iman etmek yetmiyor, imanın gereği olan görevleri, başta namaz olmak üzere yaşamak gerekiyor. Aksi hâlde insan kılmadığı her vakit namaz için büyük, hem de çok büyük bir zarardadır.
Cenab-ı Hak, son nefesimize kadar bizleri namaz kılan kullarından eylesin. Âmin, Âmin Âmin!