"Nitekim kendi içinizden size ayetlerimizi okuyan, sizi kötülüklerden arındıran, size Kitab'ı ve hikmeti talim edip bilmediklerinizi size öğreten bir Resul gönderdik." (Bakara sûresi, 151.)
Mucizat-ı Ahmediye Risalesi'nin zenginliklerinden birisi de sırf bir nakil eseri olmaması. Öyle olmak kötü değil elbette. Ama fazlası olmak daha güzel. Peki, Mucizat-ı Ahmediye Risalesi, müellifin de ahirinde dediği gibi, telifatında pek kullanmadığı 'kale-kîle' usûlüne göre gitmesine rağmen 'sırf bir nakil eseri olmamayı' nasıl başarıyor? Bana göre bunu aralarda verdiği hadis usûlüne dair bilgilerle başarıyor. Tevatür, manevi tevatür, haber-i vahid vs... gibi pekçok kavramın ele alındığı, hadis nakli ile hadis usûlü arasında bağ da kurmayı başarabilen bir eser Mucizat-ı Ahmediye.
Yalnız bu mu? Kur'anî hakikatlerle hadisler ve Asr-ı Saadet hadiseleri arasında da ilgiler kuruyor Bediüzzaman. Mucizelere dair asırlardır tartışılan meseleleri de ele almaktan çekinmiyor. Mutezile gibi ekollerin (günümüzde de modernist ve mealci geçinenlerin) saldırılarına karşı Şakk-ı Kamer gibi, Hanîn-i Ciz' gibi nice hadisenin müdafaasını da yapıyor. Nasıl müdafaa edileceğini de öğretiyor. İşte, Mucizat-ı Ahmediye okuması, tam da bu yönüyle salt bir kıssa/hadis nakli okuması gibi değil. Hem bakılanı hem de 'nasıl bakılması gerektiğini' ders veren bir tedris.
Bu açıdan diyebilirim ki: Ekranlarda izlediğimiz bazı isimlerde eksik bulduğum şey (hâşâ) anlattıkları değil. Asr-ı Saadet hadiseleri/peygamber kıssaları ağzımızın tadıdır. Onlardan rahatsız olanın bu dinde kalmaması lazım. Allah bu emeklerinden ötürü onlardan razı olsun dilerim. Fakat bence, işte yukarıda zikrettiğim, bu kıssalara katık edilmesi gereken ikinci şeyi ihmal ediyorlar. Salt bir duygu salınımını, birazcık gözyaşını, birkaç saatlik hüznü/heyecanı yeterli görüyorlar tedris için ve insanlara da bunu yeterli gösteriyorlar.
Bazen verdikleri ayrıntılarla "Bu kadar detayı nasıl bilebiliyorsun a hocam?" diye şaşkınlığa uğradığımız nakillerinde usûl tedrisinin izi yok. Birşeyi nakletmenin yanında, onun bize sağlayacağı 'bakış açısı eğitimi'nin zerresini bile göremiyoruz bu duygusal sohbetlerde. Halbuki hakikate dair olanın bir ucunun mutlaka hakikate değmesi lazım. Birkaç saat ağladıktan sonra, sohbet hakkında verebildiğin tek malumat "Ama ne ağlattı be!" tarzında olmamalı. Hayata bakışını değiştirmeli o ders. Dışarı çıktığında yanında kalmalı. Bunu ancak usûl eğitimi sağlar ki, Ebubekir Sifil Hoca'nın Sahn-ı Seman'da düzenlediği hadis derslerinde güzel bir nümunesi sergileniyor.
20. Söz'de, Bediüzzaman, özellikle kıssa-yı Kur'aniyenin bu yönüne, yani 'umumî kanunların uçları' oluşuna (her zaman ve zemindeki müminlerin hayatlarına ışık tutabilecek 'düstur-u küllîler' saklayan yapısına) dikkatimizi çekiyor. Kıssalara bakarken bu gözle bakmamızı, aksi takdirde onları sıradan bir vaka-yı tarihiye suretinde görmekle Kur'an'ın ezelî ve ebedî ders oluşundan istifademizin azalacağına vurgu yapıyor. Bence hem Mucizat-ı Ahmediye hem Birinci ve İkinci Lem'alar Bediüzzaman'ın bu bakışının uygulanışıdır. Pratikteki örnekleridir. Hiçbir hadiseye kuru bir "Vay be!" dedirtmek için baktırmıyor Bediüzzaman. Oradan herbirimizin alacağı dersi kollayarak tefekkür ediyor. Bazı o zamana götürüyor, bazı o zamanı getiriyor.
"İşte, Hazret-i Yunus aleyhisselâmın birinci vaziyetinden yüz derece daha müthiş bir vaziyetteyiz. Gecemiz istikbaldir. İstikbalimiz, nazar-ı gafletle, onun gecesinden yüz derece daha karanlık ve dehşetlidir. Denizimiz, şu sergerdan küre-i zeminimizdir. Bu denizin her mevcinde binler cenaze bulunuyor; onun denizinden bin derece daha korkuludur. Bizim hevâ-yı nefsimiz, hûtumuzdur; hayat-ı ebediyemizi sıkıp mahvına çalışıyor. Bu hut, onun hûtundan bin derece daha muzırdır. Çünkü onun hûtu yüz senelik bir hayatı mahveder. Bizim hûtumuz ise, yüz milyon seneler hayatın mahvına çalışıyor."
Yani demem o ki: Her müminde bir Hanzala (r.a.) tedirginliği olmalı. Bir mecliste bulandığı rengin niye hayatının tamamında aynı derecede görülmediğini sorgulamalı. "Neyin var Hanzala?" denildiğinde "Hanzala münafık oldu!" diyecek kadar ileri gitmesek bile "Ne yanlış gidiyor?" diye sorabilmeliyiz. Hakikat hem mekan, hem zaman, hem insan anlamında umumîdir çünkü. Öğrendiğiniz balık yemek değil de tutmaksa artık her deniz sofraya dönüşür. Bir-iki saat kuşatan hüzün yeterli gelmemeli size. Dünyanın görüp göreceği en büyük öğretmenin aleyhissalatuvesselam ve öğrencilerinin hayatını dinliyorsunuz. Aldığınız şey bu kadar az olmamalı. Bu tarz hocalarımızın bazen sesleriyle, bazen fon müzikleriyle, bazen mimikleriyle yaptığı şeyler; onlar yetiştirici değil.
"Şu cezire-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıp ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini def'aten kal' ve ref' ederek, bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukul, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah oldu."
Öğrencinin öğrendiği gözyaşından anlaşılmaz. Sorulduğunda ne kadar bildiğinden, hayatında ne kadar uyguladığından ve kendisinden daha az bilene nasıl anlattığından/anlatabildiğinden anlaşılır. Şimdi, al yukarıdaki paragrafı, koy bu tarz sohbetlere. Yok ki içlerinde bir 'muallim-i ukul' öğrencilerinden de 'âleme muallim ve medenî ümeme üstad' çıksın. Yazarların bir kısmı bile kitabını 'şu kadar selpaklık kitap' diye tanıtıyor. Ne kadar acayip işler! Muallimlerin en güzeli aleyhissalatuvesselamın hayatı selpakla ölçülebilen birşey olmamalı. Bize Kitab'ı ve hikmeti öğrettiği için o bizim Efendimiz, yalnızca duygulandırdığı için değil.