İnsan, fıtratı itibariyle, şahitlikten kaçamaz. Günah işlemek de bir şahitliktir, tevbe etmek de. Kötüye 'kötü' demek de bir şahitliktir, iyiye 'iyi' demek de. İyinin iyiliğine şahit olursun, kötünün kötülüğüne. İyinin iyiliğinden öğrenirsin, kötünün kötülüğünden. Kelime-i şahadet, birşeyin sonuna gelme gibi değil, 'yoluna talip olma' gibi bu yönüyle. Nazara/niyete teslim olma. Yahut da artık yolun farkına vardığını beyan etme. Bir tür başlangıç yani. Şahit olma sürecinin başlangıcı.
Şahitlik ve Allah'ın rububiyeti birbiriyle ilgili şeylermiş gibi geliyor şimdilerde. Allah'ın terbiye etme metodlarından birisi de şahit kılma. Sürecinin şahidi kılma. Hatalarının şahidi kılma. Tevbesinin şahidi kılma. Kötünün şahidi kılma. İyinin şahidi kılma. Ezel dediğimiz manzara-yı âlâ'dan bakılınca 'zaten sonucu bilinen' bu imtihanda neden varız? Neden bu süreci yaşıyoruz? Allah, zaten bildiği halde tüm olacakları, neden olduruyor yine de? Böylesi sorular ancak şahit oluşun hayatımıza kattıklarıyla cevaplandırılabilir. Ve şahit olma da bir bilme çeşididir.
İsmail Mutlu'nun Düşünce Okulu'nda dikkatimizi çektiği birşeydi: Bediüzzaman, varlığı sadece delil olarak anmıyor. Delil ve şahit olarak anıyor. Yaptığına da delalet (işaret ediş) ve şahadet (şahit oluş) diyor. İşaratü'l-İ'caz'a kadar gittiğinizde, Bakara sûresinin 4. ayeti tefsirinde uçlarını buluyorsunuz: "Bu cümlenin makabline atfı, medlulün delile olan bir atfıdır. Şöyle ki: 'Ey insanlar! Kur'an'a iman ettiğiniz gibi, kütüb-ü sabıkaya da iman ediniz. Çünkü Kur'an, onların sıdkına delil ve şahittir.'"
Bu, tam da Mutlu'nun dikkat çektiği gibi; varlığı statik olarak değil, dinamik olarak düşünmek demek aslında. Yani sadece bir belge, bir işaret, bir iz gibi okunan/görülen değil; kendisi de anlatan konumunda şu varlık. Birincisinde iradenin sarfı ile sonuca ulaşmak ancak mümkünken, ikincisinde sadece müsait olmakla da, yani hakikate açık olmakla da, hakikatin bilgisine ulaşabilirsin. Yeter ki, fıskın ile hidayetin hasmı olma. Küfrün ile Allah'a küsme.
Belge kendisinden ibarettir. Olduğu kadardır. Gösterir göstereceğini ve biter. Metinleri değişmez. Satırları yeniden yazılmaz. Şahitlik öyle değil. Konuşuldukça konuşan, sordukça açılan, süreç ilerledikçe şahitliği de artan birşey şahit. Hakkın ortaya çıkmasına da taraf üstelik. Marifetinin dibi yok bu yönüyle. Hem duygusal bir yanı da var bu bilişin. 'Yaşamak' ve 'okumak' arasındaki fark bu.
Süreci beraber yaşadığınız diğer şahitlerden bilgi alarak yolculuğunuza/şahitliğinize devam ediyorsunuz. Kelime-i şahadet de bunu söylüyor: "Allah'ım, ben de kendi şahitlik sürecimi başlatıyorum. 'Olduğuna' ve 'olmadığına' şahit olarak yaşayacağım bundan sonra. Senden başka ilah 'olmadığına' ve Muhammed'in kulun ve resulün 'olduğuna' şahit olarak yaşayacağım."
"Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur. O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. (...) Eğer kat-ı intisabdan ibâret olan küfür insanın içine girse, o vakit bütün o mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer; okunmaz."
Demek kâfir dediğimiz 'örtücü' de aslında bu kainatın belgesi. Okuyan ve okutan değil, sadece okunan. Örttüğü sadece kendi şahitliği. Gözünü kapamakla kendine gündüzü kendine gece yapan cinsten. Bir belge olarak, bir delil olarak, onu okumaya devam ediyoruz. (Ebu Cehil bile Allah'ın varlığına bir delildir.) O da delaletine ve de dalaletine devam ediyor. Allah'a inanmamak Allah'a delil olmaya engel değildir. (Firavun Allah'ı inkâr etmekle Kur'an'da delil olmaktan kaçabildi mi?) Fakat Allah'a inanmamak, Allah'ın uluhiyetinin şahidi olmaya engeldir. Kâfir ancak şahitliğini örter, delilliğini örtemez. Şahit gibi dinamik bir yaşam seviyesinden, belge gibi statik bir yaşam seviyesine geriler.
Şahit oluşla rububiyet arasındaki bağlantıya gelelim. Biz insanın vazifesini 'bu dünyada yaşanır ve biter, öteki taraf keyf yeridir' gibi gördüğümüz için meseleyi tam tefekkür edemiyoruz. İnsan, Allah'ın ayinesidir ve ayinesi olmaya ebeden devam edecektir. Bu vazife, ama fıtrî vazife, üzerinden asla kalkmayacak. Mümin için, cennette; kafir için, cehennemde daha nitelikli bir ayinedarlık vazifesi devam edecek. Bu ayinedarlık aynı zamanda fıtrî, yani canın da istediği olduğu için, cennet lezzetleri olarak resmedilmiş mümine.
Kâfir ise bu dünyada şahitlik etmedi, öteki tarafta birikmiş şahitlik borçlarını ödeyecek. Mümin, iman nuruyla yaktı, nurlandırdı âlemini; kâfir, bugün tutuşturamadığını cehennemde pişmanlık ateşiyle tutuşturacak. Hadiste buyuruluyor: "Pişmanlık tevbedir." Bu dünyada etmediğine öteki tarafta kesin tevbe edeceksin. Ve bu dünyada kötü demediğine öteki dünyada kesinlikle kötü diyeceksin. İşin şahitlik kısmı mutlaka tamamlanacak. Fakat, ne yazık, bu yana yakıla şahitlik o zaman sana fayda vermeyecek.
"Tahavvülât-ı zerrâtın ve zîhayat cisimlerde zerrât harekâtının binler hikmetlerinden bir hikmeti dahi, zerreleri nurlandırmaktır ve âlem-i uhreviye binâsına lâyık zerreler olmak için, hayattar ve mânidar olmaktır. Güyâ cism-i hayvanî ve insanî, hattâ nebâtî, terbiye dersini almak için gelenlere bir misafirhâne, bir kışla, bir mektep hükmündedir ki, câmid zerreler ona girerler, nurlanırlar. Âdetâ bir tâlim ve tâlimâta mazhar olurlar, letâfet peydâ ederler. Birer vazifeyi görmekle, âlem-i bekâya ve bütün eczâsıyla hayattar olan dâr-ı âhirete zerrât olmak için liyâkat kesb ederler."
Demek yaşamak böyle birşey: Cennetteki daha nitelikli kulluk için bu dünyada bir staj. Bir şahitlik sürecinden geçmek... Hatadan dili yanmakla hatayı 'hata' olarak bilen insan; doğrunun ve yanlışın bilgisine, taklidî kabulle değil, ayrım sürecinin şahidi olarak kavuşuyor yaşamakla. Allah'a (haşa) birşey öğretmek için yaşıyor değil, o zaten biliyor. Asıl biz öğreniyoruz: Kötü meğer neymiş? İyi meğer neye denirmiş? Kötü neden kötüymüş? İyi neden iyiymiş? İblise kapılmak (eğer tevbe edersen) bir öğretiyor. Allah'a sığınmak bir öğretiyor. Sürecin şahidi kılınarak yetiştiriliyoruz. Şimdi, ey satırlarıma katlanan, şu hadise de bir bakar mısın: "Eğer siz günah işlemeseydiniz, Allah sizi helak eder ve yerinize, günah işleyip, peşinden tevbe eden kullar yaratırdı.” (Müslim, Tevbe 9)