Biz hadislerde (mehdi ve müceddidler için) geçen "gönderilme" tabirinin peygamber gönderilmesi gibi algılanmaması gerektiğini düşünüyoruz. Bu tabir, hadiselerde tesadüf olmaması ve ilahî takdir ve rahmetin bulunmasına bir vurgudur.
Fakat herhangi bir âlimden ziyade inayet ve sevk-i ilahî söz konusudur sadece, o da ihtiyaca binaen. Diğer âlim ve evliyaların geçtiği süreçlerden geçerek mehdi ve müceddid oluyor o insanlar da. İradeleriyle, çabalarıyla, emekleriyle. Havadan gökten inmiyor mehdilik ve müceddidlik.
Diğer taraftan Allah takdir etmiş, Resulü de müjdelemişse; bunun gerekip gerekmediği veya böyle bir manaya ihtiyaç olup olmayacağının hükmü bize mi düşmüş!!!
Allah aşkına koskoca bir maneviyat âlemi var, keşif var, keramet var, manevi alemlerde birbirleriyle görüşen, birbirlerini müjdeleyen alimler ve müceddidler var. Böyle bir maneviyat alemi yokmuş gibi sadece aklî çıkarımlarla mı bu meseleyi halledeceğiz!!! (Böyle manevi bir meselenin keşfedilmesinin yalnızca aklî çıkarımlar ile olamayacağının ifade edilmesi de meselenin gayet makul ve aklî bir zemine oturtulması olduğunu söyleyelim.)
"Bir Kur’ân ve peygamber gelmiş, başka aracılara, vesilelere ve araya başkalarının ve başka şeylerin girmesine ne gerek var?” diyen, Allah’ın rızkımızı gökten aracısız göndermesini talep etmiyorsa ve o nimetten istifade etme akıllığını tercih ediyorsa ve o nimete Allah namına hürmet etmekte kusur etmiyorsa, bunu manevî nimetlerin vesileleri için de düşünmeli ve dikkat etmeli.
İslâmî eser ve âlimlerin bizim için ifade ettiği manayı daha iyi anlamak için, bu konuda sahip olduğumuz gerçekçi yaklaşımımızı başta hadislerle teyit edelim. Peygamberimiz (asm) buyuruyor ki: “Allah, her yüz senede bir dinini yenileyecek âlimler gönderir.” “Kendi zamanının din yenileyicisini tanımadan ölen, cehalet ölümü üzerine ölmüş olur.” “Âlimler, peygamberlerin varisleridir.” “Benim ümmetimin âlimleri, Yahudilere gönderilen peygamberler gibidirler.”
Allah’ın indirdiği dini ve inananlarını başıboş bırakması ve bu âlimlerle inananlarını takviye etmemesi, yaşanan zamanın şartlarına, anlayışına göre ve ilmî, medenî gelişimlerin karşısında, yeni izah ve yorum tarzlarıyla dinini yenilememesi rahmet ve hikmetine zıttır. Yeni bir din getirmek değil, çünkü insanlığın en son döneminde artık bir başka dine ve peygambere ihtiyaç bırakmayacak ve kıyamete kadarki dönemde insanlığın ihtiyacına cevap verecek gelişmişlikteki bir mükemmel din ve son Peygamber (asm) zaten gönderilmiştir.
Ancak, dinin mükemmelliğini turfanda olarak yeniden ortaya koyacak, insanlığın maddî manevî gelişimini göze alacak ve bizlere Kur’ân ve peygamberin temel esaslarıyla takdim ettiği dini, çağın ihtiyaçlarına ve anlayışına göre yeniden yorumlayacak ve taze bir şekilde sunacak bir hizmet lazımdır. İşte hadisin beyanıyla bu önemli hizmeti, müceddid (din yenileyicisi) tabir edilen seçkin âlimler üstlenecektir.
Kur’ân bir eczahanedir, o asrın hastalıklarına deva olacak ilaçları o eczaneden alıp insanlığa takdim edecek manevî doktorlar da, işte bu âlimlerdir diye tasavvur edebiliriz.
İlhamı Nasıl Tasavvur Ediyorsunuz?
Biraz aşağıda ilham ile ilgili gelecek ifadelerimiz, Risale-i Nur izah metinlerimizi yazarken beklentimizin çok üstünde neticeler almamızla (kendi mütevazi şartlarımızda) bizzat tecrübe edilmiş bir hakikattir... Bu mana ile ilgili olarak Risale-i Nur Eğitim Programı’mızın temel/kaynak kitabı ve ders müfredatı olan kitabımızın önsözü mahiyetindeki izahlardan bir bölümünü buraya alıyoruz:
"Elbette, yazdıklarımızı sizlerle paylaşmak ve bu hakikatleri insanlara ulaştırmak arzusu; böyle bir çalışmanın ortaya çıkış sebebi idi ve acaba nasıl ifade edersek ruhunuza, aklınıza ve kalbinize tesir eder diye ciddî bir uğraş verdik. Fakat yazdıklarımızın muhatabı, en önce kendimiz olduk. Kendi dertlerimize derman aradık, kendi ihtiyaçlarımıza çözümler bulmaya çalıştık, kendi sorularımıza cevaplar aradık. Bulduğumuz cevapları da en başta kendimiz sahiplendik ve en çok da kendimiz istifade ettik.
Elbette çok meşakkatli ve zahmetli bir çabanın içindeydik ve bir-iki sayfa izah metni, çoğu zaman 3-5 saat sürdüğü oluyordu, bir o kadar da dipnotlar ve kavramlar sözlüğü uğraştırıyordu ama sonucunda hissettiğimiz keyif, mutluluk ve manevî tatmin duygusu buna fazlasıyla değiyordu. Bu aşamalarda ilk defa Bediüzzaman’ın “Ben de Risale-i Nur’un bir talebesiyim. Kur’ân dersinde bir ders arkadaşınızım ve ben de Risale i Nur’a muhtacım” demesinin altında yatan manayı gerçek anlamda hissettik ve tevazu yapmadığını gördük.
“Okuyucunun kendi başına anladığından daha fazlasını anlamasına vesile olmak” gibi mütevazi bir hedef ortaya koymamıza rağmen, beklentimizin çok üstünde neticeler aldık. Kitabımızın ciddî, resmî ve ilmî bir şerh tarzında değil; anlaşılanların ve hissedilenlerin kişisel bir paylaşım üslubunda okuyucuya sunulduğu, yazılı metne dökülmüş izahlar tarzında olmasına rağmen; bir eğitim programı sistematiğine, akademik bir üsluba ve çok sağlam bir mantık kurgusuna sahip olması Rabbimizin fazlındandır. Bunun için Allah’a binlerce kez şükrediyoruz. Zaten hissemiz yalnızca şükürdür. Şimdi siz şahsımıza baksanız, pek fazla bir kıymet göremeyebilirsiniz. Normaldir, çünkü biz de göremiyoruz. Gördüğümüz sadece şu: İçine düştüğümüz sıkıntılı arayıştaki acizliğimiz, ihtiyacımız, samimi isteğimiz ve fiilî dua etmemiz.
İnsan olmanın bir gereği olarak, aynı arayışta olan ve aynı ihtiyaçları hissedenlerle bulduklarımızı ve hissettiklerimizi paylaşmak istedik. Yani, sizi karşısına alıp da ders veren bir öğretmen gibi değiliz derken işte bunu kastediyoruz. Belki, hep birlikte istifade etmek maksadıyla ve en az herkes kadar aç ve muhtaç olduğu için kendine ikram edilmiş bir sofraya samimiyetle davet eden birine benziyoruz. Ya da, büyük ve tükenmez bir hazineyi ve anahtarını keşfeden, o hazineyi heyecanla duyurmak ve başkalarıyla da paylaşmak isteyen meraklı bir çocuk gibiyiz. İman hazinesinin cevherleri çok kıymetli ve lekesizdir."
İlhamın mahiyetini bilmeyenler ve pratiğini hissedip yaşamamış olanlar, sanki vahiy gibi hiç irade karışmadan ve hiç çaba sarf edilmeden, hiç eziyeti ve sıkıntılı çilesi çekilmeden gökten zembille inen fantastik bir şey tasavvur ediyorlar...
Halbuki hiçbir şekilde böyle değil... Bilakis irade, ilim, gayret ve kavli (sözlü) ve fiilî duanın (bir şeyin meydana gelmesinin maddî şartlarını yerine getirmenin) acz ve ihtiyaçla yoğrulmasından geçen bir muamelenin neticesinde vücuda gelen parlak bir hakikat ve mazhariyettir ki, ilhamla kişisel gayret ve kabiliyet tamamen kullanılmasına rağmen, ortaya çıkan neticenin beklentinin üstünde olması sebebiyle ayrı bir ikram ve ihsan manası açıkça hissedilir ve görülür.
Ancak bu mazhariyette, bahsettiğimiz gibi maddî sebeplere tam riayet, o mazhariyete liyakat şartlarındandır denilebilir. Yani ilhamın mekanizması birilerinin tasavvur ettiği gibi işlemiyor. İrade, kabiliyet, çalışma, gayret ve eziyetli bir çile ile yoğrulmuş bir hamurun içinde ortaya çıkan ve neticeyi, beklenenden ve normal şartlarda olması gerekenden daha fazlası yapan bir nurdur ilham...
Bu nedenle ve kendimizin olmayan bir bedenle işlediğimiz fiillerde sahiplik iddiasında bulunamayacağımızın idrakiyle netice kendimizden değil, Allah'tan bilinir. Yoksa insana iradesini kullanmadan ve çaba sarfetmeden ilham gelmez... (İstisnalar hariç. Biz süreklilik arz eden kapsamlı bir ilham ve sünuhattan bahsediyoruz. Anlık değil.)
Edison'un; “Deha'nın yüzde biri ilham, yüzde doksanı terdir” ifadesi, bu manaya hakikatli bir surette işaret eder. Maddî keşifler için söylenen bu söz, manevî keşif ve ilhamlar için de aynen caridir.