Ecdâdımız oturdukları evin duvarına, “bu da geçer yâ hû” diye bir levha asarlarmış…Dışarıdan misafir geldiğinde, bu cümlenin ferahlığında rahatlar, gam, keder adına ne varsa, üzerinden atarak huzur soluklarmış… Bu cümlenin kuşattığı tevekkülle Allah’a teslimiyetin bir yolu da bulunmuş olurdu.
Çaresizliğin ve ayakta kalmanın, mâna ikliminde İlâhî inayeti aramanın formülü tevekkülde düğümlenmekte…
Durumlarına sevinenler ve üzülenler…Musibet ve iptilâ belasına müptelâ olanlar, deneneler, sınananlar, biraz korku ile imtihan kantarına alınanlar; sizler ve bizler bu dünya meydanında pürüzsüz, engelsiz, dikensiz, yarasız/beresiz bir yolun namzetleri olarak gönderilmedik. ‘Dârü’l ücret ve mükâfat’ mahalli değil ki burası… Zahmet ve meşakkat burada; rahmet, rahat ve ücret orada inşâallah…
‘Bu da geçer yâ hû…’
Müracaatımız Kur’ân’a olsun… Nebîler ve Resûller silsilesi için neler anlatıyor?
O mübârek zâtlar bu vazifeyi aldıklarında, bütün şartlar aleyhlerindeydi.
-Hz. İbrahim (as)’ın karşısında Nemrut,
-Hz.Musa (as)’ın karşısında Firavun,
-Hz. İsa (as)’ın karşısında bütün bir Roma vardı.
-Varlığın medâr-ı iftiharı Hz. Muhammed (asm)’ın karşısında; şirk, dalâlet ve cehâlet adına ne varsa, tüm temsilcileri en kapsamlı maddi güçleriyle dikilmiş, sebepleriyle ve vâsıtalarıyla en üst seviyedeki güçlerini kullanmışlardı. Sebepler sukût etmiş, güç ve kuvvetleri darmadağın olmuş ve İslâm’ın karşısında helâket ve felâketi boylamışlardı.
Bütün tâğutlar, şirke, küfre, menfaate, bencilliğe, vahşete, dehşete baş vuranlar ve tüm gayr-i meşrû sistemler bu sonsuz Nur karşısında yokluk derekelerine yuvarlanıp hezimete uğramışlardı.
Allah dostlarına işkence yapanlar, âhir zamanın Kur’ân dellâlı Hz. Bediüzzaman’a bin bir cefayı reva görenler, kabrin öbür tarafında mahkeme-i kübrayı beklerken, mücedididiyet esrârının hâmileri, Kur’ân ve sünnetin muhlis ve muhlas hizmetkârları, Nebevî esintileri nesl-i âtînin âlemine taşıma çabası içerisinde beşâret ve muştu kokuları yaymaktalar etraflarına…
Nemrutluk, tâğutluk, firavunluk, deccallık/süfyanlık misyonunu üstlenmek isteyenlere sakın aldırmayın! Bunların gerçek ruh ve fizikî asılları helâk oldu. Kopyaları, silüetleri ve karikatürleri bizi korkutmasın…
Hiç kimse günümüz şartlarına ve İslâm dünyasının müessif manzarasına bakıp ümitsizliğe düşmesin. Büyüklük taslayanlar, zulüm, vahşet ve tahribatı devamlarına basamak ve dayanak yapmak isteyenler de erken sevinç moduna girmesinler. Zulüm ve şiddet gafletinde boğulup yok olmaya mahkumdurlar.
Evet, doğrudur…İslâm dünyası, son yüz yılın en acılı ve sancılı günlerini yaşamakta…
Şu cennet vatanımızda maruz kaldığımız sıkıntılarımız, dert ve bunalımlarımız kalplerimizi yaralamakta, nesillerimizi tehdit etmekte, mânevî istikbalimizi derinden sarsmakta ve millet olarak daha müteyakkız olmaya mecbur kılmakta bizi...
Temelleri fesada uğramış, şeâire meydan okurcasına tahrip ve tahrife çanak tutan bir kesimin varlığına bedel; Sünnetin ihyâsı uğruna şeâirin yaşatılması ve hayata geçirilmesi adına Kitap, Sünnet ve Usûlü’d-Dînin muhakkık âlimlerinin nurlu ve müstakîm yolunda kalbin zümrüt tepelerinde teneffüs eden ve hakîkî bir imânı hayatının ayrılmaz bir parçası yapmaya çalışan Kur’ân ehli ve nur sâlikleri, gönüllerimize su serpmekte ve gelecek adına müjdeler fısıldamakta…
Adı/sanı duyulmamış ecnebi memleketlerde, Rusyanın soğuk ikliminde, Afrika’nın kızgın çöllerinde, kıtaların en ücra köşelerinde ve dünyanın dört bir yanında gönül seferberliği başlatmış, muhabbet ve diriliş elçiliği yapan fedakâr imân kahramanlarını, tebliğ ve irşad erlerini minnet ve şükranla selâmlamak, borcumuz olmalıdır…
Pîr-i fâni yaşlarına, hayatın baharında olmalarına aldırmadan, Tefsir, Fıkıh, Hadis, Arapça, Kelam ve Nur dersleriyle çevrelerine ilmin feyzini, bereketini yayarak vatan sathını bir irfan mektebine dönüştürenlere, nurlu halkalarla gençliğin iman selâmetini gaye edinenlere, beşeriyetin huzur ve saâdeti adına cehd edenlere, ehl-i sünnet ve’l-cemâat çizgisinden inhiraf etmeyenlere selâm olsun…
“Evet ümidvar olunuz, şu istikbal inkılâbı içinde en yüksek gür sadâ, İslâm’ın sadâsı olacaktır!..”
Bir gün olur elbet doğar şems-i hakikat,
Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem. (B. Said Nursî)