Gerçek, avucumuzun içinde, isteğimiz doğrultusunda hareket eden, her dediğimize evet diyen uysal bir oyuncak değil. Kaçan, ısıran, göz kırpan ve bazen dönüp size kılıç çeken acımasız bir rakip. Sorunların üzerine gitmek düğümleri çözmüyor tam aksine var olan düğümleri daha da katılaştırıyor, kapatıyor ve kilitliyor. Muhatap olduğunuz herhangi bir varlığa dokunmak istediğiniz zaman onun sizden nasıl inanılmaz bir hızla uzaklaştığına şahit olmak şaşırtıyor sizi. Çok yakın bildiğimiz şeyler meğer ne kadar da uzakmış bize! Mesela Allah (tanrı) bize şah damarımızdan daha yakın olduğunu söylüyor. İnancı bir kenara bırakıp yalın bir halde “acaba denildiği gibi sahiden tanrı bize bu kadar yakın mı?” daha doğrusu bu kadar yakın olduğunu söyleyen bir Allah (tanrı) hakkında ortak bir kanaat var mı? Soruyu daha da keskinleştirirsek Allah var mı?
Düşünce tarihinin belki de en çetin sorusu bu: Bir tanrı var mı? Bu çetin soru karşısında uyanık zekalar hummalı bir faaliyet içinde cevaplar bulmaya çalışır. Romantizmi yani vehimleri bir tarafa bırakıp bu soruyla gerçekçi bir gözle yüzleşebilmek için kelimelerle anlatılamayacak ölçüde ciddi bir düşünsel istihale, duygusal yoğunluk gerekiyor. David Hume’a kadar düşünce dünyası tanrının var olması gerektiği konusunda bazı çatlak sesler dışında hemen hemen ortak bir görüş etrafında birleşmiş görünüyordu. Ancak var olduğuna kanaat getirilen bu tanrı herkese göre vasıfları değişiyordu yani ilahi metinlerde anlatılan tek bir Allah mefhumu yoktu.
Hume ortaya çok çetin bir soru attı eğer denildiği gibi sonsuz iyi, sonsuz güzel bir tanrı varsa yeryüzünü kaplayan bunca kötülük, pislik ve şer neyin nesi? Mutlak bir güzellik, bir iyilik ile bu kötülükler arasında nasıl mantıksal bir uyum var? İlk çağlarda, ortaçağda ve modern zamanlarda bu soruya karşı felsefi manada tatmin edici bir açıklama henüz verilebilmiş değil. Deist düşünürler, Hıristiyan teleoglar ve Müslüman kelamcılar tarafından bu soruya verilen cevaplar bazı nüans farklılıkları istisna edilecek olursa aşağı yukarı aynı.
Kötülük diye tanımlanan şey acaba gerçek manada kötülük mü? Bazı genel iyiliklerin ortaya çıkması için görünüşte küçük bazı çirkinliklerin olması sonuç itibariyle iyiliktir, güzelliktir. Çirkinlik, güzelin derecesini ölçmek için kullanılan bir alettir, güzelin güzelliğini artırdığı için o da güzeldir yani her şey bizzat güzel ve iyi görünmese de doğurduğu genel sonuçlar itibariyle güzeldir, iyidir, hayırdır. (Müminin yükselmesi için kafirin alçalması gerekir, Hz. Ebubekir (r.a) gibi bir elmasın ortaya çıkması için Ebucehil gibi bir kömürün olması gerekiyor. Birinin yükselişi diğerinin alçalışına bağlı) kısacası gerçek manada evrende çirkinlik, kötülük yok, her şey güzeldir. İmam Gazzali ve Leibniz’in deyişleriyle; içinde yaşadığımız dünya olabilecek dünyaların en güzeli, en mükemmelidir. (“Leyse fil imkan ebdeku mimma kan”) Bu cevap dindar camia adına verilebilecek cevapların en makulu, en sahici olanı. Fakat unutmamak gerekir ki bunlara karşı muhalif cenahtan bundan daha güçlü, daha gerçekçi cevaplar bulabilmek mümkün.
Acaba zannedildiği gibi şahit olduğumuz bunca kötülük, kıyım, yıkım ve şer küçük müdür? Sadece iki dünya savaşında ölen insanların sayısına bakarak insan elinden çıkmış kötülüklerin vahameti tasavvur edilebilir. Bir tsunamide, depremde, doğal afette hayatını kaybeden insanların sayısı çok mu az? Sadece ortaçağda bulaşıcı hastalıklar yüzünden insan ömrünün ortalaması 25 ila 30 arasındaydı. Bir veba yüzünden can veren kadın, yaşlı, çocuk sayısı cidden çok mu az, bunlar küçük şerler mi? Köleler, paryalar, sakatlar, hastalıklar, savaşlar, depremler, sel baskınları, soykırımlar, tecavüzler, tehcirler, göçler bunlar anlatıldığı gibi sahiden küçük (“cüz’i”) şerler mi? İnsan belki “zahirperest, aceleci, bencil, hodgam” yani görünüşe kolay aldanıyor fakat aradan yüzyıllar geçti her çağda aynı zulümler, kıyımlar, yıkımlar tekerrür etti. İnsan görünüşe aldanmasa, aceleci, hodgam, bencil olmasa bile sonuç bütün çıplaklığıyla ortada duruyor.
Aslında dindarca bakışın altında iyimserlik güdüsü var fakat bazı zaman olur hayat realitesi bütün iyimserliklerin tersine bir seyir takip eder, daha doğrusu her zaman. İyimserlik ve hayra yormak bir ödünleme, bir rahatlama, bir psikolojik tatmin dışında herhangi bir mana ifade etmiyor. Kötülük vardır, kötülük büyüktür, kötülük geneldir, kötülük gerçektir. Sonuç, mutlak güzel, iyi ve merhametli bir tanrı tasavvuru ile her tarafı kuşatan yalınkat bir kötülük gerçeğinin mantıksal olarak uyuşmazlığı dünya durdukça bir sorun, bir problem olarak zihinleri kurcalamaya devam edecektir.
Dindar kesimin yumuşak karnı diyebileceğimiz bu kötülük problemi (teodise) maddeci camia tarafından en güçlü bir kanıt olarak kullanılmaya devam edeceğe benziyor. Düşünen insanın yapacağı şey her iki görüşten birini tercih etmek, birine yönelmek ya da agnostik (bilinemezci) kalmayı yeğlemek. Aslında bu tercih ve yönelim çoğu zaman araştırmaya, incelemeye, analiz etmeye değil de peşin kabullere ve önyargılara dayanıyor. Biri önce inanıyor sonra bu inancını kanıtlamaya çalışıyor, diğeri önce inkar ediyor sonra bu inkarını kanıtlamaya çalışıyor. Her iki girişim de yanlış çünkü önce anlamak ve araştırmak sonra inanmak veya inanmamak gerekiyor. Sonuçlar bir sancının, bir ızdırabın neticesi ise saygıya değerdir. İtiraf etmek gerekir ki inanmak için de inkar etmek için de kafi miktarda neden var. Pascal çok haklıydı “İnanmak isteyen için yeterince aydınlık, inanmak istemeyen için yeterince karanlık mevcuttur” diyordu.
Saçma olan şey inancını veya inançsızlığını bilim ile destekleme yarışı içine girmek. Bir zamanlar ontolojik, kozmolojik, teleolojik delil inanmak için aklın önüne kafi derecede malzeme sunuyordu fakat düşünce faaliyetleri ilerledikçe bu tarz kanıtlar insan zekası için tatmin edici olmamaya başladı. Modern felsefenin devreye girip saldırıya geçmesiyle birlikte klasik kanıtlar saltanatlarını yitirmeye başladılar. İslam dünyasında mu’tezile ile başlayan imkan, hudus, gaye, nizam, inayet, ihtira gibi deliller de bu saldırılardan nasibini aldılar. Felsefi manada yaratıcı bir gücün varlığı kabul edilse bile bunun nasıllığı konusunda dinlerin veya düşünürlerin birleşmesi imkansız gibi görünüyor. Pagan toplumların tanrısı, Yahudilerin tanrısı, Hıristiyanların tanrısı, Müslümanların Allah’ı, Budistlerin tanrısı, Teistlerin tanrısı, Deistlerin tanrısı vb… Her inanç mensubunun tanrı tasavvuru farklı. Bunun nedeni bize göre imtihan sırrı.