“Bütün insanlarda, biri tevafuk, diğeri tehalüf olmak üzere iki cihet vardır. Tehalüf ciheti Sâniin muhtar olduğuna, tevafuk ciheti ise Sâniin Vahid-i Ehad olduğuna delâlet ederler...” (Mesnevî-i Nuriye)
İlk insandan kıyamete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanları hayalen bir araya toplayalım. Onlardan hangisini göstererek “Bu nedir?” diye sorsak alacağımız cevap aynı olacaktır: insan.
Yine onlardan hangisini işaret ederek “Bu kimdir?” diye sorsak alacağımız cevap her defasında farklı olacaktır.
Bu cevapların birincileri bütün insanların yaratıcısının bir olduğunu, ikinciler ise Allah’ın irade sahibi olup, dilediğini dilediği şekilde yaratmakta muhtar olduğunu ders verecektir.
Bu hakikat, kâinatın meyvesi olan insanda net olarak göründüğü ve okunduğu gibi, diğer varlıklarda da okunabiliyor.
Risale-i Nur Külliyatından Sözler’de, “ağacın mahiyetinde olmayan bir şey(in) esaslı bir sûrette meyvesinde bulunmadığı” ifade ediliyor. Bu kaideye göre, diğer varlıklarda da bu tevafuk (benzer olma) ve tehalüf (farklı olma) hakikatleri daha başka bir şekilde kendilerini gösterirler.
Bütün dağları birlikte düşünelim. Bunların her birisi hakkında, “bu nedir?” diye sorduğumuzda alacağımız cevap aynıdır: dağ.
Ama, “Bu hangi dağdır, bu dağın adı nedir?” sorumuza ise her defasında ayrı cevap alırız.
Hepsinin mahiyetinin bir olması tümünün yaratıcısının aynı olduğunu, her birinin ayrı şekilde olması ise o yaratıcının muhtar olduğunu, dilediği dağı dilediği şekilde yaratabildiğini bize bildirir. Aynı örneği bütün ovalar, nehirler, denizler ve nihayet bütün yıldızlar ve sistemler için de uygulayabilir ve hepsinden aynı hakikat dersini alırız.
Her şeyin her şeyiyle birbirinden farklı yaratılması bize şu çok önemli dersi de verir: Bunların yaratıcısı yarattığı eşyaya hiçbir cihetle benzemez. Onlar mahluktur, Allah Hâlık... Onlar merzuktur, Allah Rezzak... Onlar canlıdır, Allah Muhyi... Onlar fanidir, Allah Bâki...
“Hiçbir şey O’nun misli gibi değildir” (Şûrâ Sûresi, 11) âyet-i kerimesi, varlıkların zatları için olduğu gibi sıfatları için de söz konusudur. Yani, hiçbir varlığın zatı, Allah’ın zatına benzemediği gibi, yine hiçbir varlığın hiçbir sıfatı da İlâhî sıfatlara benzemez.
İnsan, iman ve marifet için yaratıldığından onun ruh dünyasına Allah’ı tanımanın bütün ölçüleri konulmuştur. Onun her bir sıfatı, her bir duygusu, her bir hissi bir marifet keşşafıdır. Ancak, insan mahluk olduğu gibi, bütün bu manevî sermayeler de hep mahlukturlar, hiçbiri hiçbir cihetle Allah’ın sıfatlarına, fiillerine benzemezler.
Bu önemli kaydı koyduktan sonra şunları söyleyebiliriz:
Mimar Sinan çok camiler, köprüler, çeşmeler yapmıştır. Bu eserlerin yapılış gayeleri birbirinden farklı olduğu için mimarî yapıları ve taşıdıkları özellikleri de birbirine benzemez. Bunları bir an için hayat ve şuur sahibi farz edelim. Her biri Sinan’ı kendine, onun sıfatlarını da kendi özelliklerine benzetecektir. İşte bu eserleri bütün bu yanlış telakkilerden ve hatalı düşüncelerden kurtarmanın yolu Şûrâ Sûresindeki hakikati onlara ders vermekten geçer. Bu dersi kavrayanlar çok iyi anlarlar ki, bizim mimarımızdır, bizler ise onun birer eseriyiz. Ve hiçbirimiz ona, ne zatımızla ne de sıfatlarımızla, benzemeyiz.
Bir başka örnek:
Organlarımızı bir an için akıllı ve şuurlu farz edelim. Onlara ruhu sorduğumuzda, her biri kendi varlığına ve özelliklerine göre bir ruh tarifi yapacak ve hepsi de yanılacaklardır. Bu organlar için de tek doğru yol, ruhun ayrı bir mahiyete sahip olduğunu ve hiçbir organa hiçbir yönüyle benzemediğini bilmektir.
Risale-i Nur Külliyatında Şûrâ Sûresi, 11. ayet konusunda “Zât-ı Akdes-i İlâhînin şerîki, nazîri, zıddı, niddi olmadığı gibi, ... sureti, misli, misali, şebîhi dahi olamaz” buyrulur.
Allah’ın zâtını düşünmek şirk sayılmıştır. Zira, insan aklı mahluktur ve her mahluk gibi o da sınırlıdır. Akıl mahluk olduğu gibi onun düşündükleri de mahluktur. Akıl, Allah’ın varlığını bilebilir ama kutsî mahiyetini kavramak onun anlayışından sonsuz derece uzaktır.
Allah’ın zâtı tecelli ile de bilinmez, zira tecelli ancak İlâhî sıfatlar ve isimler içindir.
Büyük Müfessir Elmalılı Hamdi Yazır, Zâhir ve Bâtın isimleri konusunda şu enfes açıklamayı yapar:
“O, her şeyden sezilir Zâhir, hiçbir şeyle bilinmez Bâtın’dır.”
Misâl olarak, kudret sıfatını düşünelim. Allah’ın kudreti sonsuzdur, sonsuz kudret ise hiçbir varlıkta tecelli etmez, çünkü her varlık, her şeyiyle sınırlıdır.
Allah’ın sıfatları için tecezzi ve inkısam, yani parçalara ve kısımlara ayrılmak da söz konusu olmadığına göre, bir varlıktaki kudret tecellisini İlâhî kudretin aynı olarak düşünmemiz de mümkün değildir. Geriye tek şık kalıyor:
O varlığın kendisi gibi kudreti de mahluktur, yeniden yaratılmıştır. Bu mahluk kudret, İlâhî kudret ile yaratılmıştır, ama o kudrete hiçbir cihetle benzemez.
Kâinata “kitab-ı kebir” ve onda yazılan varlıklara da “kelimât-ı kudret” denilmesinden hareketle şunları söyleyebiliriz:
Bir kitabın kelimelerine hayat, ilim ve kudret gibi sıfatlar takılsa, bu sıfatların hiçbiri kâtibin sıfatları cinsinden olamaz. Zira, yazının mahiyeti başka, kâtibin mahiyeti daha başkadır.
“Güneş ve insan” bu kâinat kitabında birer kelimedirler. Bu kelimelerin her birinin de kendi mahiyetine uygun sıfatları vardır. Güneşte cazibe (çekim) kuvvetini yaratan da Allah’tır, insan ruhuna kudret sıfatı takan da. Bu sıfatların her ikisi de mahlukturlar ve her ikisi de Allah’ın kudretine benzemezler. Zira, Allah’ın kudreti “vacib kudreti” bunların ki ise “mümkin kuvveti ve kudretidir.”
Tecelli konusunda şu hususun da bilinmesi gerekiyor:
Allah’ın sıfatları ve isimleri mahlukat âleminde tecelli etmekle birlikte, bu tecelliler de o isim ve sıfatların bizzat kendileri değil, aynadaki görüntüler nev’inden, bu isimlerin ve sıfatların gölgeleri, suretleri hükmündedirler.
Mahlukat aynalarındaki her şey surettir ve gölgedir.
“Suret ve gölge” ifadeleri birer temsildir. Şöyle ki:
Aynadaki suret, sahibini tanıtır, ama o değildir. Taşın suretine bakınca taş deriz, ama o suret taş değildir. Ağacın gölgesi ve sureti de ağaç değildir.
Aynen öyle de, İlâhî sıfatların tecellileri de suret ve gölge gibidir, o sıfatları bildirirler, ama o sıfatların aynı değildirler.
Meselâ, bir insanın iradesi, İlâhî iradenin sureti gibidir. O irade sıfatında Allah’ın iradesinden bir tecelli görülürse de bu tecelli İlâhi iradenin kendisi değildir.
Kezâ, her canlıdaki görme sıfatı da Allah’ın “Basar” sıfatından bir tecellidir, bir surettir. Bir canlı bu sıfat yoluyla eşyayı gördüğünde onda Basîr ismi tecelli etmiş olur.
Görmenin sonsuz denecek kadar çok çeşidi vardır. İnsanın görmesi, meleğin görmesine benzemediği gibi, balığın görmesi de arının görmesine benzemez. Allah’ın Basar sıfatına göre, bütün bu görme çeşitleri farklı suretler gibidirler. Hepsinde Allah’ın Basîr ismi tecelli eder, ama bu tecellilerin hiçbiri Allah’ın görme sıfatının aynı değildir.
Diğer sıfatları da bu iki misâle kıyas edebiliriz.
Bu vesileyle tecelli ve tezahür üzerinde de kısaca duralım:
Tezahür, “zahir olmak, açığa çıkmak, görünmek” gibi mânâlara gelir. Tezahürde, gizli olan bir hakikatin açığa çıkması söz konusudur. Tezahürün gerçekleştiği mekâna “mazhar” denilir.
Tecelli ise “Görünme, belirme” demektir ve “gaybî hakikatlerin kalplerde hissedilir hâle gelmesi” şeklinde tarif edilir. Kalpteki bu tecelliden hasıl olan şeye ise “cilve” adı verilir.
Cilve için, “ârifin gönlünde parlayan ilâhî nur” denilmiştir.
Tecelli kelimesi, daha çok, kalb için kullanılır. İlâhî isimlerin ve sıfatların tecellisi en açık bir şekilde insan ruhunda, insan kalbinde görülür. Kâinattaki tecelliler, ona nispetle çok aşağı mertebede kalırlar.
Meselâ, insan ruhunda hayat sıfatı vardır, işte bu sıfat Allah’ın hayat sıfatının bir tecellisidir.
Aynı şekilde, insan ruhundaki kudret sıfatı, ilâhî kudretin; ilim sıfatı, ilâhî iradenin; görme ve işitme sıfatları da ilâhî görme ve işitmenin birer cilvesine sahip olmuşlardır.
Yirmi Üçüncü Sözde geçen şu cümle konumuza açıklık getiriyor:
“İşte insan, Cenâb-ı Hakk’ın böyle antika bir sanatıdır ve en nâzik ve nâzenin bir mucize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına medâr ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde yaratmıştır.”
“Esmâsının cilvesine mazhar” ifadesi konumuz açısından çok önemdir. Meselâ, insandaki görme duygusu Basîr isminin bir tecellisidir, bir cilvesidir. Bu tecelli, Allah’ın Basîr olduğunu göstermesi ve bildirmesi yönüyle de insan bu isme mazhar olmuştur; bu ismin varlığı onda tezahür etmiş, kendini göstermiştir.
Yakın mânâlar taşıyan ve çoğu kez birbirinin yerine kullanılan bu iki kelime arasındaki ince farkı bir derece ortaya koymak için Risale-i Nur Külliyatından bir misâl daha verelim:
“Güneşin bekası onunla değil; belki âyinenin hayatdar parlamasının bekası, güneşin cilvesine tâbidir.” (Mesnevî-i Nuriye, 176)
Bu cümlede, güneşin aynadaki aksine cilve denilmiştir. Yani güneş, aynada tecelli etmiş ve onda güneşin nurundan bir cilve meydana gelmiştir. Bu aksin de, kendine göre, bir parlaklığı, bir ısısı vardır. Yani, güneşin özelliklerinden bir cilveye sahip kılınmış, o da parlamış, o da hararet saçmaya başlamıştır.
Öte yandan, meselâ, bir ilmî makalede yazarının görünmeyen ilmi zahire çıkmış, bilinmiştir. Böylece o yazı, yazarın ilmine, bir bakıma, mazhar olmuştur. Ama o yazının kendisinde, yani harflerinde, mürekkebinde ilimden bir cilve bulunmaz.
Bu yazıda ilmin görünmesi, aynada güneşin görünmesinden çok farklıdır. Bu bir tezahürdür, güneşinki ise bir tecelli, bir cilvedir.