“Eğer hikmet-i âlemin tılsımını ve hilkat-i insanın muammasını ve hakikat-i salâtın rumuzunu bir parça fehmetmek (anlamak) istersen, nefsimle beraber şu temsîlî hikâyeciğe bak:…” (Bediüzzaman, Sözler)
Konuya şöyle yaklaşmak gerekiyor:
“Allah vardı ve onunla beraber hiçbir şey yoktu.” (Hadis-i Kutsî)
Her şey Cenab-ı Hakk’ın lütfuyla yokluktan kurtulup varlık sahasına çıkıyor. Eğer bu varlık, hayat sahibi ise O’nun yarattığı rızıklarla besleniyor, yine O’nun ihsanıyla bütün ihtiyaçlarını görüyor; O’nun güneşiyle aydınlanıyor, O’nun havasını teneffüs ediyor.
Hayatlarını devam ettirebilmek için, bütün bir varlık âlemine muhtaç olan bu canlılara Allah’ın hiçbir cihetle muhtaç olmayacağı açıktır.
Allah ne gözün görmesine, ne kulağın işitmesine, ne aklın anlamasına, ne vicdanın tasdikine, ne de kalbin inanmasına muhtaçtır.
…
Allah’ın varlığı vaciptir, insanınki ise mümkin. Bu iki varlık mertebesi arasındaki fark, insan ile yazdığı bir cümle arasındaki farktan çok daha ileridir. Yani, insan da bir varlıktır, yazdığı yazı da. Ama aralarındaki fark, rakamlara sığmayacak kadar büyüktür. Ve o insan, yazdığı yazının hiçbir kelimesine muhtaç olmaz. Yazılar, birbirleriyle benzerlik gösterebilirler; ama kâtip, o yazıların hiçbirine, hiçbir cihetle benzemez.
Risale-i Nur Külliyatı’nda “kelimat-ı kudret, mektubat-ı Samedanî, mektub-u Rabbanî” gibi çok hikmetli tabirler geçer. İnsan da kudret kalemiyle yazılmış bir kelimedir. Allah’ın terbiye ettiği, bütün mahlukata muhtaç olarak yarattığı ve bütün ihtiyaçlarını gördüğü Samedanî ve Rabbanî bir mektup.
Ve bir kâtip, yazdığı yazının hiçbir kelimesine benzemediği gibi, Cenâb-ı Hak da bu varlıkların hiçbirine, hiçbir cihetle benzemez. Yani, O’nun varlığı başka varlıklara benzemediği gibi, görmesi onların görmelerine, işitmesi de işitmelerine benzemez. Aynı şekilde, O’nun kendi kemalini mahlûkatın aynalarında bizzat müşahede etmesi ve kudret kalemiyle yazdığı Rabbanî mektuplara “müştak seyircilerin nazarıyla bakması” da, insanların kendi eserlerini seyretmelerine ve onlara başkalarının nazarıyla bakmalarına benzemez.
Açıklamalarımızda bu çok önemli noktayı daima göz önünde bulundurmaya çalışacağız.
Allah’ın zatı, Kur’ân’ın ifadesiyle “Ğaniyyü’n-ani’l-âlemîn”dir; kendi yarattığı ve terbiye ettiği âlemlere muhtaç olmaktan münezzehtir.
Bu konuda pek çok ayet-i kerime mevcuttur. Bunlardan sadece ikisini takdim ediyoruz:
“Kim cihat ederse, kendi nefsi için cihat etmiş olur. Çünkü Allah, âlemlerden müstağnidir.” (Ankebut Sûresi, 6)
“Eğer inkâr ederseniz, şüphe yok ki, Allah’ın size ihtiyacı yoktur. Bununla beraber, kulların küfrüne razı olmaz.” (Zümer Sûresi, 7)
…
Cenâb-ı Hak, zâtı itibariye hiçbir şeye muhtaç değildir. Ancak esmâ için durum biraz farklıdır. İsimler tecelli isterler. Şu var ki, tecelli istemek başka, buna muhtaç olmak daha başkadır. Bediüzzaman, “Rahîm ismi şefkat etmek ister, Rezzak ismi rızık vermek iktiza eder, Lâtif ismi lütfetmek istilzam eder.” buyurur.
Bazı âlimler, “Rahmetim gazabımı geçti.” hadîs-i kutsîsine şöyle bir mana da verirler:
“Allah’ın bütün isimleri tecelli isterler. Eğer tecelli etmeseler, bu isimler tecellisiz kalacaklar, bu ise onlarla sergilenecek rahmet eserlerinin yoklukta bırakılması demek olacaktır. Allah’ın rahmeti gazabını geçti de isimlerini tecellisiz bırakmadı ve mahlûkatı yarattı.”
Bu manayı insanlık âleminde de bir derece seyredebiliriz:
Çok cömert bir insan düşününüz, ama kimseye hiçbir yardım yaptığı görülmemiş olsun. Yine, çok âlim bir kişi düşününüz; ama, bugüne dek ne bir söz söylemiş, ne de bir eser yazmış olsun.
Örnekler çoğaltılabilir.
Bu ve benzeri kemallerin mutlaka kendini göstermesi gerekir. Aksi halde bilinemezler ve onlardan istifade edilemez.
Bu küçük insan bile, kendinde bulunan bu üstünlüklerden başkalarını faydalandırma yoluna giderse, Rahmân ve Rahîm olan Allah, elbette esmâ ve sıfatlarını tecelli ettirecek ve o tecellilere muhtaç varlıkları da yaratıp onları tefekkürle ve şükürle kemale erdirecektir.
Bu konuya şu hadis-i kutsînin ışığında bakılabilir:
“Ben gizli bir hazine idim. Bilinmek istedim (bilinmeye muhabbet ettim) de mahlûkatı yarattım.”
Bu mana, en ileri derecesiyle insanda kendini gösterir:
Allah, hayat vermekle bize, Hayy (hayat sahibi) ve Muhyi (hayat verici) olduğunu bildirmiş, biz de Allah’ı böylece tanıma imkânına kavuşmuşuz. Bize verdiği cüz’i kudretle O’nun sonsuz kudretini; cüz’i irademizle küllî iradesini bilir ve Rabbimizi bu sıfatlarıyla tanımış oluruz.
…
Risale-i Nur’da konunun devamında şöyle buyruluyor:
“Tâ cemâl ve kemal-i manevîsini iki vecihle müşahede etsin:
Bir vechi: Bizzât nazar-ı dekaik-aşinasıyla görsün.
Diğeri: Gayrın nazarıyla baksın.”
Cenâb-ı Hak maddeden münezzeh olduğundan O’nun cemâl ve kemali de manevîdirler. Zatının güzelliği, esmâsının güzellikleri, sıfatlarının sonsuzluğu, iradesinin küllî ve kudretinin mutlak olması gibi bütün kemal ve cemâller hep manevîdir.
Risale’de geçen temsildeki padişahın ilim ve fenlere vukufiyeti, sanayi-i garibeden anlaması manevî birer kemaldir.
Bu tabirler temsildeki sultan için kullanılmıştır. İlim, sanat ve fen konusunda çok ileri seviyede olan o sultan, kendi yaptığı eserin bütün inceliklerini bilir, onlarda ne gibi sanatlar sergilediğine vakıftır ve kendi eserlerini böylece müşahede eder. Bir başkası ise bu inceliklerden habersiz olarak, sadece o eserlerin görünen güzelliklerine, haşmetine, tenasübüne bakarak hayran olur. Bizim Süleymaniye Camiini seyredip hayran kalmamızla, bir mimarın seyri arasında çok fark vardır; onun nazarı daha dakiktir, sanat inceliklerini bizden çok daha iyi bilir ve görür.
Aynen bu misâl gibi, Allah’ın, sonsuz ilim ve hikmetiyle, nihayetsiz kudret ve iradesiyle yarattığı bu kâinatı ve içindeki mevcûdâtı bizim seyretmemiz çok üstünkörü ve çok sathîdir.
Biz bir insana bakarken sadece organlarının şeklini ve onları kaplayan derisini görürüz. Kulağın ötesinde çalışan işitme tezgâhlarını, kafatasında yer alan beyni ve ondaki sinir sisteminin ve duyu merkezlerinin çalışmalarını, ruhla bedenin ilgisini ve böyle daha nice mucizeleri göremez, sadece bedenin dış görünüşüyle ilgileniriz.
Aklın çalışması, gelen bilgileri yoğurması, onlardan hükümler çıkarması, vardığı sonucu hafızaya yerleştirmesi, gerektiğinde yine ondan alıp yeniden düşünmesi, alınan bir haber karşısında kalbin hüzünlenmesi, bu hüznün gözlerden yaş olarak akması, yanlış bir muamele karşısında nefsin öfkelenmesi, aklın onu dindirmeye çalışması gibi nice manevî, lâtif ve ince faaliyetler ruhta sürekli olarak cereyan ederler. Bu mucize hadiseleri ancak onları yaratan Cenab-ı Hak görmekte ve bilmektedir.