Çok özür dilerim ama bir türlü bırakamadım bu kitabı. Adam güya filozof ama öyle çocukça sorular ve çıkışlara kitabında yer veriyor ki görmezden gelmek olmuyor. Ne yazık ki sapı bizden bazıları da bir zaman, böyle iddiaları dillendirmişti de biraz şaşırmıştım. Demek, bu tip kitaplar veya fikirlerle kirlenen zihinler de oluveriyormuş. Ortalama bir aklın, küçük bir düşünme veya sorgulaması ile cevabını bulabileceği bazı sualler, birtakım insanların imtihanı oluyor ve sıkıntılara da müncer oluyormuş demek ki.
Şimdi cümleyi aynen veriyorum. "Allah vardı da niçin kendi ismini bir hat ile (bir yazı türü ile) feyzaya resmederek, bilinmesi matlup (istenen) ve mültezem (lüzumuna inanılan) olduğu söylenen mevcudiyetini herkese ilan etmedi? Niçin nazarımızdan gizlendi? Niçin fikirlerimize o kadar şüpheler ve tereddütler verdi?" Devamında kötülük problemi ile ilgili sorular da sormuş. Bu konuyu, daha önce "Kötülük Problemi mi İyiliği Görememe Körlüğü mü?" başlığıyla üç yazımızla incelemeye çalıştığımızdan geçiyoruz.
Göklerin nur yaldızıyla yazılan güzel yüzüne "tabiatı, tesadüfü, kör kuvveti" karıştırdığı için, açıkça yazılan Kudret yazılarını okuyamayan bu tabiat fikirli filozof yolcusuna, aslında semanın yüzü, çeşitli hem de büyük yazılarla "Bana bak! Merakla aradığını ve seni buraya göndereni benimle bilebilir ve bulabilirsin." diyor. Fakat nasıl okur yazarlığı olmayan birinin elindeki kitaptaki hikmetli yazılar, anlamsız birer çizgiye veya oyuncağa döner. Öyle de sema ve yeryüzünün parlak ve nurlu sayfasında Kudret kalemiyle yazılı hadsiz sayıdaki harf, kelime, satır, sayfa ve kitapları ve bu kitaplardaki mucizeleri okuyamayan ve onlara hikmet nazarıyla bakamayan zihin de böyle akla ziyan soru ve çıkışlarla, cehaletini ilan etmiş oluyor. Sözüm ona filozof olmak için, bu kadar mı tek gözlü ve akıl ve muhakemeden uzak olmak lazım, diye de insanı düşündürüyor.
Maddiyata dalmak sebebiyle akıl darlaşır, doğru. İhtisas alanı olmayan konulara girince insan, çıkmaza girer ve yanlış hükümler de verir. Bu da doğru. Ben ilgilenmiyorum, maneviyat ile de alakam ve ilgim de yok, olamaz da der. Buna da kimse bir şey diyemez. Buna da tahammülümüz vardır. Fakat sonsuz geçmiş ve sonsuz gelecek; yine sonsuz kâinat hakkında kesin hükümler vermek, neyin nesidir arkadaş? "Ben inanmıyorum, kabul etmiyorum" diyebilirsin. Makul da karşılarım. Fakat kesin bir şekilde "Bir yaratan yoktur." hükmünü verip bir de bunun felsefesini yapmak, neyin nesidir? Bir ilahı kabul etmeyince, zerreler adedince ilahı kabul etmek durumunda kaldığını da mı anlamıyorsun?
Şimdi işi dağıtmadan soralım. "İman nedir?" Ya da şöyle diyelim. "Ben seni gördüğüm için, senin varlığına inanıyorum" diyebilir misin? Buna, inanmak denir mi? Allah, senin tercih hakkını elinden alacak şekilde, kendini bize gösterseydi, artık bir imandan söz edebilir miydik? Tersi de doğru. Kendi varlığına işaret eden hiçbir delil göstermeseydi, bizden O'na iman etmemizi isteyebilir miydi? Biz O'nun varlığından haberdar olabilir miydik? Olamazdık elbette. İşte kâinatın sultanı olan Rabbimiz de hem kelâmıyla (Kur'an'la), hem Kudret kelimeleriyle (kâinatla), hem de yine bizim içimizden biriyle (peygamberlerle) kendini olabilecek en açık biçimde bildirmiş, tanıtmış ve kâinatı ve bizi yaratma, kısa bir süre dünyada misafir edip ölümle başka bir âleme alma maksadını da bildirmiş.
"Hani, mevcudiyetini niçin fezada resmederek bildirmedi?" diye itiraz vardı ya. Arkadaş fezada ilan etmiş zaten. Önemli olan, bu ilanı okuyabilmektir. Bunca peygamber ve onların getirdikleri kitapları, hususan asırlardır beşere meydan okuyan Kur'an'ımızı bir kenara alsak dahi, fezadaki cirimleri, yeryüzündeki -kendi itirafları ve müşahedeleri ile- hadsiz mucizeleri ve kusursuz işleyişi gören bir göz, daha hangi yazıyı veya delili arıyor anlamak mümkün değil. Semaya hangi resmin çizilmesini, hangi yazının yazılmasını bekliyor daha. Bu kadar harika sanatı, fiili, akıl ve şuuru, hayat ve faaliyeti zerrenin hızlı hızlı hareketine bağlayan anlayış, fezadaki herhangi bir yazıyı, yine zerrenin hareketine bağlamayacağı ne malum? Ayrıca gökyüzünde hikmet ve sanat lisanı ile yazılı binlerce yazıyı okuyamayan zihin, daha hangi yazıyı bekliyor anlamak zor. Sanat gibi ortak alfabeyi kabul etmeyen, hangi türden bir yazıyı okuyabilir acaba? Daha da önemlisi gökyüzünde "sanat ve hikmet lisanı ile yazılı ve küçük bir dikkat ve tefekkürle okunabilecek yazı" daha açık olsa, aklı iptal etmez mi? Bu da imtihan sırrı olan "o azıcık dikkat ve tefekkür"ü yapan ve böylece imtihanı kazanana bir haksızlık olmaz mı? Kaybedenlerin çokluğu, sadece kemiyettir, aldatmasın.
Âcizane şunu da anlayamıyorum. Bir resim, heykel ya da minyatür sergisini ziyaret ettiğimizi düşünelim. Sergidekilerin bir sanatkâranın olduğuna inanmak için, illa da onu görmek mi gerekir? Aklımızla da anlayamaz mıyız bunların bir sanatkârı olduğunu? O harika sanatları, onların malzemelerinin hızlı hareketlerine mi vereceğiz? Yani sanatkâr için, çoğu zaman "sanatçı, sanatıyla konuşuyor." demez miyiz? Sonra, sanatkâr sanatıyla konuşur. Onu, hünerini, sanat kabiliyetini, sıfatlarını, sanatını inceleyerek öğrenir ve anlarız ve ona hayretimizi ifade ederiz. İşte, kâinat da bir sanat galerisidir. Basit bir heykelin heykeltıraşı olur da zerrelerden örülü, gören, duyan, konuşan insanın sanatkârı olmaz mı?
Evet dostlar, yine böyle filozoflardan biri de ahirette imanla sorgulandığında "Yeterli delil bulamadım derim" demişti. Aslında bu cümleyi söyleyebilmek de bir delildir ama okuyamamış. Başta kendi insan haritacığını okuyup şifrelerini çözemeyen zihin, kâinatın bin bir tarafından gelen delilleri de karartıyor ve abese gönderiyor. Demek ki sanat, sanatkârı; nimet, nimeti göndereni gösterir. Bu kolay ve umumî kanundan gafil kafa, bir de âlemi kanunlar idare ediyor, diye de demesin mi? Gafletin derecesine bakar mısınız?
Selam ve dua ile.