İnsan çoğu zaman hiç farkında olmadan sıradanlıklar içerisinde boğulur gider. Fakat öyle bir an gelir ki, insanı bazen sarsan ve gaflet uykusundan uyandıran şeyler olur. Bu sıradanlığı bozan sivrilikler, duygularımıza battığında ve dimağımızı tırmaladığında uyanırız, bir anda ülfet perdemiz yırtılıverir.
Birazcık dindarsanız Allah’la, dinle, imanla ve Kur’an’la iç içesiniz demektir. Bu iç içelik, çoğu zaman öylesine ülfet peyda eder ki, okuduğunuz bir ayet ya da bir hadis, sizi fazla ırgalamaz ve sarsmaz, sadece okumuş olur, geçer gidersiniz.
Belki de henüz sarsılacak kıvamda değilsiniz ya da okurken aklınız başka yerde gözleriniz başka yerdedir. Bu bölünmüşlük duyguların, akıl, kalp ve ruhun alacağı hisseleri de küçültüp un ufak eder, anlamı derin ve büyük hakikatleri kendi dünyasında silik bir hale getirir.
Bugün ilk defa okuduğum ve beni sarsan, kendime getiren bir hadisi sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu hadis bana, biraz da duygularımı gözden geçirme ihtiyacı hissettirdi. Vazifelerimin ciddiyetini hatırlattı. Öylesine okuyup geçemedim. Şüphesiz hadislerin hepsi çok değerli hakikatlerdir. Hiç birisi göz ardı edilemez. Ama bugün, bu hadisin beni etkileme şiddeti fazlaydı. Çünkü Allah’ın gerçek dostluğunun ve gerçek düşmanlığının kriterlerini veren bir hadisti.
Hz. Enes (r.a.), Efendimiz (s.a.v.)’den Allah’ın (c.c.); "Bir kimse şu üç şeyi yaparsa, benim gerçek dostum; yapmazsa gerçek düşmanımdır: Namaz, oruç ve cenabetten gusül." (İbni Neccar) buyurduğunu rivayet ediyor.
Şimdi bu Hadis-i Şerife göre bizler, rahmet ve merhameti sonsuz olan Allah’ın ne derece dostuyuz acaba? Zahiren iç dünyamıza dönüp baktığımızda namazımızı kılıyorsak, orucumuzu tutuyorsak ve Allah’ın emrettiği gibi pak geziyorsak kendimizi Allah’ın dostluğunu kazanmış sayabiliriz. Ancak, bu ibadetleri ne kadar samimi, dürüstçe ve usulüne uygun icra ettiğimiz de önemlidir. Bütün varlığımızın yani bütün kalbimizin, ruhumuzun ve duygularımızın iştiraki ile yapmadığımız namaz ve oruç ibadetinin Allah’ın dostluğuna ne derece katkısı olacaktır?
Bu verilen kriterlere kendimiz dâhil olsak bile etrafımızdaki, belki de çok yakınımızdaki sevdiklerimizin Allah’ın gerçek düşmanı olarak ilan ettiği kimseler olduklarını görmemiz bizleri ne derece mutlu edecektir? Allah’ın bizlere bahşettiği şefkatin eseri olarak onları da düşünmeden edemiyoruz.
Oruç ve gusül ibadetini elinden geldiği kadar riayet eden çoktur. Bunda çoğunlukla hiç bir problem yok. Ama sıra namaza gelince iş değişiyor. Nefsine kulak veren için namaz, her gün her gün ve günde beş defa kıl kıl bitmiyor. Nefsimize de pek ağır geliyor. Bir yandan nefs-i emare, diğer taraftan da şeytan eteğimizden çekiştirip duruyor. Bizi Allah’ın gerçek düşmanı olarak ilan ettiği zümrenin içerisine düşürmeye çalışıyorlar.
Elbette buna aldanmamak gerekiyor. Dostumuza her zaman muhtacız. Her şeyi O’nunla bilebiliyor, O’nunla yapabiliyoruz. O olmadan biz bir hiçiz. Peki bu şartlarda O’na nasıl düşman olabiliriz? O’nun bunca iyiliklerine karşılık bizden istediği, hem kalbimize, hem ruhumuza ve hem cesedimize pek de hafif gelen, hem de çok ucuz olan ibadetleri terk ederek kendimizi düşman konumuna nasıl düşürebiliriz? Varlığımızı borçlu olduğumuz Yüce Allah’ın düşmanı olarak yeryüzünde hangi yüzle ve hangi rahatlıkla dolaşabileceğiz acaba?
Bir Arap atasözünde; “Düşmanla beraber sahrâ bir fincan kadar dar, ahbapla beraber iğne deliği bir meydan kadar geniştir” dendiği gibi dünyayı dar etmek de, genişletmek de kendi elimizde. “Evet dost istersen Allah yeter, düşman istersen nefis yeter.”