“Bizi aldatan bizi kurtarır...” Virginia Woolf, Pazartesi ya da Salı’dan...
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Ve kapılmak istemeyeni sürükleyecek öfke. Cehennem yanmaya meyalleri yakar. Her âşık avını ararken avlanmış. Her sapma bir kuvve-i gadabiye veya şeheviye mahsulü. Yani ki arkadaşım: Kötülüğün içimizde bir dostu var. Dayanağı var. Tutamağı var. Akıl sonraları oyuna dahil oluyor. Kemlik kaçınılmayacak kadar zevkli-lezzetli-menfaatli geldiğinde o da delil uyduruyor. Sakınamadığının yolunu yapıyor. Meşrulaştırması vicdanın sesini kısar çünkü. Acımalı ona. Ne yapsın? Çaresiz fakir. Süfehanın sofrasında akıl ancak sâkidir. Nedametinin sesiyle ya uyanır ya... Ölünce.
Efendi de kapıya iner o sarayda. İtle eğleşir. Hanımlar yabani gençlerle sohbetler eder. Yetişmiş kızlar çocukların oynamasını tanzime uğraşır. Kapıcı desen, havasından geçilmez, hepsinin kumandanı. Dışarıdan baksan şenlikli gelir halleri. Fakat tantanası boşluğuna işarettir davulun. Yerliyerindeliği kuşanmamış her emek abes. Abesin içinde her rakam yalan. Gürültüsüne kanma. Sen ne bakıyorsun fiilin yoğunluğuna! O hayrın delili değil ki. Ferasetin varsa hikmetin olgunluğuna bak. Susamış adamın ‘deniz suyu içmekle’ övünmesi hüner değildir. Nicelik hep kandırır. Bardak saydırır. Hem biliyorsun: Elma kavak kadar uzamasa da, kadrini bilirsen, en tatlı lokmacıkları küçümen ellerinden yersin.
Evet. Öyle. Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Şeytan da böyle dahil oldu imtihanımıza. Fıtratımızda gördü ‘Hel min mezid’in izlerini. Arzuladığımızı farketti yanlışı bazı vakitler. Rüya sevdiğimizi. Şebperestliğimizi. İki yola birden yolcu yaratıldığımızı, karıştırdığımızı, kapıldığımızı. Bazen miyoplaşıp şerre sarıldığımızı. Bazen kartallaşıp hayra meylettiğimizi. İkirciğimizi. Seçemediğimizi. Her vakit aynı netlikle göremediğimizi.
Mürşidim bu makamda diyor ki: “Adem şerr-i mahz, ve vücud hayr-ı mahz olduğunu ehl-i tahkik ve ashâb-ı keşif ittifak etmişler. Evet, ekseriyet-i mutlaka ile, hayır ve mehâsin ve kemâlât, vücuda istinad eder ve ona râci olur. Sureten menfi ve ademî de olsa, esası sübutîdir ve vücudîdir. Dalâlet ve şer ve musibetler ve mâsiyetler ve belâlar gibi bütün çirkinliklerin esası, mayası ademdir, nefiydir. Onlardaki fenalık ve çirkinlik, ademden geliyor. Çendan suret-i zâhirîde müsbet ve vücudî de görünseler, esası ademdir, nefiydir.”
Yani hayat acabasız tayin edilen ademîliklerden-vücudîliklerden ibaret değildi arkadaşım. Sûreten ademî (yokluksal) görünen vücudîlikler ve sûreten vücudî (varlıksal) görünen ademîlikler de vardı. İmtihan bu zeminde başladı. Şeriat bu hikmetle vahyolundu. Tevekkül bu inayetle emredildi. Cennetteki onca ağaç/meyve içinde yalnız birisi yasaktı sana. Neden onu seçtin? Helal dairesi keyfe kâfi değil miydi? Demek haricinde kalana da merakın vardı. Dilin yanmalıydı. Yoğurt üflenmeliydi. Dokunamadığın arzun oluyordu henüz. Kandırılmaya açık kapılar barındırıyordu. Cennetse cinneti kaldırmazdı. Düştün.
Hayalin kuyruğu merak. Merakın kuyruğu hayal. Merak bir tarafıyla garkolmadır birşeyde. Neyi merak edersen, dikkatli ol, onda boğulursun. Dışında kalan bütün dünyayı unutur da yalnız o olursun. Şefkatin bir tehlikesi varsa burada saklanıyor. Şefkat merakı peşinde sürükler. Öfke’de ne diyordu Philip Roth: “Başka insanların gücü gibi zayıflığı da seni mahvedebilir. Zayıf insanlar zararsız değildir. Zayıflıkları onların güçleri olabilir...”
Varlık da bazen seni zayıflığıyla içine çekiyor. Hayır küllî, şer cüzî, tamam. Ama cüzler de seni şerlerinde boğabilir. Kesretine çekebilir. Merakının sana bunu yapabildiğini gördü belki de iblis. Cüzde boğulup küllü göremeyebileceğini bildi. Parçaya takılıp bütünden olabileceğini sezdi. Tek bir ağaçta bitirdi seni koca cennette. Sen de şimdi düşüşünün ardını ‘dikkatle basmaya, batmaktan korkmaya; bir lokma, bir kelime, bir dane, bir lem’a, bir işaret, bir öpmekte batmamaya’ ayırıyorsun. Bunun eğitimi alıyorsun belki de dünyada. Ayağını kaydıran şu kusurun idi çünkü. Demek yaşamak bir bakış açısı eğitimi.
Kanmak istemeyeni kandıracak yalan yok. Hep böyle vazgeçiyoruz cennetten. Her öpüş, her batış, her dane, her lokma, her günah, bir an gibi. Ömrü kısa. Nefsin gözü ‘kısa ömürlü lezzetleri’ görüyor. Vicdanın gözüyse ‘bâki olanları.’ İradenle iki şıkkı karşına koyuyorsun. Kısa da lezzetli uzun da. Hangi çöpü çekeceksin? Her kısa çöpü çekişin cennetten bir kez daha düşüşün. Hiç hissetmedin mi gittiklerinde yüreğinden çekilen dikenli telleri? Ellerindeki kesikleri? Belki o gitmiyor da sen düşüyorsun ha? Bir kez daha düşüyorsun. Bir kez daha. Ve bir kez daha...
Aşkı da mı yüzden düşmekle anıyorlar? Allah’tan başkasının aşkına ancak düşülür çünkü. İlk düşüşümüzün hikâyesi de böyledir. Sonraki düşmekler de belki onun kardeşidir.
Biraz daha uzaklaşıyorsun cennetinden. Karıştırdın çünkü. Kısa çöpü çekebilmek için deliller ürettin. Bile bile yaptın bunu. Kanmak istediğin için kandırdı şeytan seni. Her günahta küfre gidecek bir yol vardı. Biliyordun. Adım adım alıyordun mesafeyi. Lakin önemsemiyordun. Sûre-i Bakara’da “Hakkı batılla karıştırıp da bile bile hakkı gizlemeyin!” buyuran Alîm-i Hakîm biliyordu elbet kandırılmaya meyyal olduğunu. Bu nedenle emretti tevekkülüne sığınmanı. Teslim olmanı. Yoksa neden pişman olasın? Öyle ya. Yanlış olduğunu bile bile seçtiğinde yanlışı yanar insan asıl. Doğrudan pişman olanı duydun mu sen? Yok ki. Olmaz ki. Olunmaz ki. Birşey daha diyeyim mi sana arkadaşım: Galiba cehennem de bu dünyaya borçlandığımız ama yaşamadığımız pişmanlıklarımızdan yaratılacak. ‘Hiç sönmeyecek bir ateş’ denince aklım ister istemez ona gidiyor. Pişman olduysan bilirsin. Pişmanlık küllenmeyen bir ateştir. Ve Aleyhisselatuvesselam Efendimiz buyuruyor: “Pişmanlık tevbedir.” Cehennem de belki edilmeyen tevbelerden birikmiştir.