"İslam ümmet anlayışına göre Arnavut, Boşnak, Kürt, Türk , Arap, Gürcü, Fars... birlikte yaşayan müslüman kavimlerin İslam ümmeti (milleti) içindeki kavim hakları nelerdir?"
"Filanın şimdi söylediğini hocalar niçin daha önce söylemediler?" diye de serzenişte bulunduğu için yaklaşık yirmi yıl önce yazdığımı aşağıda, bu iki soruya cevap olarak sunuyorum:
İslâm dînî fıtrîdir; insanın fert ve toplum olarak yaratılıştan gelen, tabîatı icabı olan vasıf ve özelliklerine uygundur, bunlarla örtüşmektedir. "Allah'ın insanlara yaratırken verdiği mahiyetten (fıtrattan) ibaret olan tevhid dînine kendini ver; sağlam din işte budur, fakat insanların çoğu bilmezler" (Rûm: 30/30) meâlindeki âyet fıtrat ile hak din arasındaki bağı ifade etmektedir. İnsan türünü diğerlerinden ayıran akıl, irade, estetik duygu gibi fıtrî özellikler yanında insan gruplarını, topluluklarını birbirinden ayıran özellikler de vardır. Kur'ân-ı Kerîm bunlardan ikisine işaret etmektedir: "Allah'ın işaretlerinden biri de sizi topraktan yaratmasıdır, sonra siz zaman içinde yeryüzüne yayılan insan nev'i oldunuz.... O'nun işaretlerinden biri de gökleri ve yeri yaratması ve sizin dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Bilenler için şüphesiz bunlarda büyük işaretler vardır."(Rûm: 30/20,22). İnsanlar bir kökten geldikleri halde yeryüzüne dağılıp çoğalıyorlar, dilleri ve renkleri farklı "alt neviler", gruplar oluşturuyorlar. Renk biyolojik farklılıklara, dil ise kültür farklarına işaret eden anahtar kelimelerdir. Yine âyette geçen "insanların dağılıp yerleştikleri yeryüzü" insan gruplarının bağlandığı, sahiplendiği toprağa; yani coğrafî unsura işaret etmektedir. Biyolojik, kültürel, coğrafî... özelliklerin bir araya getirdiği, birleştirdiği insan gruplarına Kur'ân-ı Kerîm'de "kavim" denilmektedir.
İslam kültüründe, yakından uzağa soy ilişkisi "şa'b, kabîle, aşiret" gibi kelimelerle ifade edilmiştir: "Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık ve tanışmanız için sizi boylara (şu'ûb) ve kabilelere ayırdık, şüphe yok ki Allah nezdinde en kıymetli olanınız O'na isyandan en fazla sakınır olanınızdır; Allah her şeyi bilir, her şeyden haberdardır." (Hucurât, 48/13).
Kur'ân-ı Kerîm'de "millet" kelimesi "toplumun dîni"(Yûsu: 12/37), "ümmet" kelimesi ise "bir peygambere, bir dîne... mensup insan topluluğu, gruplar" mânâsında kullanılmıştır. Bugün bizim millet dediğimiz toplum yapısını ifadeye en yakın kelime "kavim"dir (Arapça'da el-kavm). Kur'ân-ı Kerîm'e göre insanlar bir kökten (topraktan), sonra bir ana-babadan (dem ile Havvâ'dan) yaratılmışlardır. Aynı kökten gelmelerine rağmen yeryüzüne dağılmışlar, dilleri ve renkleri farklı kılınmış (farklılaştırılmış), farklı kelimelerle ifade edilen gruplara, topluluklara (cemâat ve cemiyetlere) ayrılmışlardır. Bütün bu oluşma ve gelişmeler fıtrat (yaratılış) icabıdır, tabiîdir, Allah'ın irâdesi ile olmuştur. Ayrıca birçok âyet ve hadîs yardımlaşma, ilgilenme, dayanışma, koruma konularında yakınlara öncelik vermektedir. Akraba, arkadaş, komşu, hemşehri... bu mânâda "yakınlar" içinde yer almaktadırlar.(Nisa:4/36) İstisnâî durumlar dışında zekât sarfında da bu önceliğe riâyet edilmiştir. Hem geçmişin, hem gelecek nesillerin, hem de hâlen üzerinde yaşayanların hakkı bulunan yurdun (mülkün) korunması İslâm'ın önemli amaçları arasındadır. İnsanın, diğerlerine nisbetle yakınlarına daha fazla sevgi duyması da tabiîdir. Bütün bu tabiîlik, fıtrîlik ve teşvikler göz önüne alındığında "aynı tarihi, kültürü (dîni, dili, âdetleri, zevkleri...) yurdu, mensubiyet şuurunu paylaşan insanların millet, kavim gibi bir isim altında bir grup teşkil etmelerine, bu grup içinde birbirini daha ziyade sevmelerine, korumalarına, dayanışmalarına, kültürlerini (ümmet camiâsına nisbetle alt-kültürlerini) geliştirmelerine ve bir değer, bir zenginlik olarak insanlığa takdim etmelerine" bu mânâda bir milliyete, hatta gerektiğinde milliyetçiliğe İslâm'ın bir diyeceği yoktur. Yeter ki bu milliyetçilik, ümmetin diğer gruplarıyla (diğer İslâm kavimleri ve bugünkü realiteye göre ulus/milletlerle) ilgiyi kesmeye, bütünlüğü bozmaya, onlara ve diğer insan gruplarına haksızlık etmeye, İslâm öncesi inanç ve âdetlere dönerek tabîî ve hukuki düzenin bozulmasına sebep olmasın! Şüphe yok ki, İslâm'ın öngördüğü ve müslümanları dâvet ettiği toplum yapısı ümmettir. Burada ümmetten maksat "Hz. İbrâhîm'in (a.s) ismini koyup(Hac, 22/78) geliştirdiği, soyundan gelen son Peygamber Muhammed Mustafa (s.a.) ile tamamlanan dîne (İslâm'a ve bu mânâda millete) mensubiyet râbıtası ile birbirine bağlı insanların ve grupların oluşturduğu toplum yapısıdır." Bu toplumun fertleri birbirinin kardeşidir (Hucurât, 49/10), bu toplumun yurdu bütün mü'minlerin yurdudur, bu toplum, İslâm'ı din olarak benimsememiş, başka bir dîne mensup olmuş millet ve ümmetlerden ayrı ve farklı, onları -barış, adalet ve ahlak çerçevesinde ilişkiler (diyalog) kurarak- kendi câmiasına dâvet eden, insanlığa alternatif bir dünya görüşü ve hayat düzeni sunan bir ümmettir. Siyâsî, sosyal, ekonomik, hukûkî bağlar ve bağlantılar yanında "bir üst kültüre bağlılık" bu ümmetin guruplarını birleştirmiş ve bütünleştirmiştir.
İslâm'ın mensuplarını dâvet ettiği câmia (ümmet) gerçekleştiği takdirde hiçbir müslüman fert ve grup bu câmianın dışında kalmayacak, ona dahil olacaktır. Milliyet ve milliyetçilik bu câmianın dışında kalmaya ittiği ve sebep olduğu zaman -İslâm yönünden- meşrûiyetini kaybeder. Böyle bir câmia fiilen gerçekleşmemiş veya bozulmuş olursa müslümanların gruplar (bu arada kavimler, milletler; yani uluslar) halinde birlikler, toplum yapıları oluşturmaları, birlik ve değerlerini korumak için gerekli tedbirleri almaları tabîî ve zarûrîdir. Bu zarûretle karşı karşıya bulunan grup (topluluk, toplum) bugün anlaşılan mânâda bir millet (ulus) ise milliyetin temel unsuru (kimliğin belirleyici ögesi) İslâm olacaktır. Toplum, mevcut yapısını tarihî bir zarûret ve ârıza olarak görecek, imkânların elverdiği ölçüde ümmet yapısına geçmeyi, bu yapıda birleşmeyi amaç edinecektir. Bu kayıt ve şartlar içinde ve bu mânâda bir milliyet ve milliyetçilik meşrûdur ve günümüzde zarûrîdir. Bugün dünyada elliden fazla İslâm ülkesi vardır ve müslümanların kimlikleri üç unsurdan oluşmaktadır: Dîni, kavmiyeti ve ülkesi. Günümüzde bir müslüman "T.C. vatandaşı, Müslüman, Türk, Kürt, Çerkez...", "İran İ.C. vatandaşı, Müslüman, Farsî", "A.B.D. vatandaşı, müslüman, zencî"... şeklinde tanımlanmaktadır. Müslüman hangi ülkenin vatandaşı ve hangi kavmin, etnik grubun mensubu olursa olsun her şeyden önce müslümandır, sonra bir ülkenin vatandaşıdır, sonra da bir etnik grubun mensûbudur. Bu sıra bozulmadığı, her bir unsurun hakkı verildiği, amaç bölünme değil, bütünleşme olduğu müddetçe müslümanlar arasında kimlik farkı kısmen tabîî ve kısmen zarûrî olarak meşrûdur, zararsızdır, faydalıdır, "tanışmanız, tanımlanabilmeniz için" buyruğuna uygundur.
(Müsahebeye devam edeceğim).
Yeni Şafak